Beni yakından tanıyanlar bilirler; bir bayana göre oldukça koyu bir Beşiktaşlıyım. İnsan her seçiminden gurur duymaz fakat çocukken babamın etkisiyle etkisi altına alan Beşiktaşlılık, şimdilerde gurur dolu bir seçim benim için.
Amma velakin… Buraya şimdi yazacaklarımın bu hislerimle bir alakası yok. Gayet objektif bir İpek’ten çıkıyor, bu yazdıklarım.
Malumunuz Beşiktaş’ın Hırvat Teknik Direktörü Slaven Bilic, bu ay GQ dergisine röportaj verdi. Üstüne üstlük kapağı da süsledi. Kendisi birçok konuda içini dışını anlatmış. Takım olmaya ve takım yönetmeye değinildiğinde okuduğumdan beri aklımdan çıkmayan o cümleleri sarfetmiş:
Rakibe saldırmak için değil, gol atıp takım arkadaşlarına sarılmak için sahaya çıkıyorlar. Onlara mutlu olacakları anları artırmak için neler yapmaları gerektiği konusunda yardımcı olmak için orada olduğunuzu hissettirmelisiniz.
Bir lider olmak için illa ki bir takımın teknik direktörü olmanız gerekmez. Bu cümleden herkesin kendisine bir anlam çıkartması gerekir. Zira, şu an özellikle kapitalist dünyanın bizi yönlendirmeye çalıştığı, “kır, dök, parçala” akımı yaptıklarımızdan zevk almamızı unutturuyor. Takım olmayı ve takımla başarıyı göğüslemeyi sabırsızlıkla beklemek yerine, hep bir çelme atma derdindeyiz. Nitekim, bu hatalar sonrasında başarısız takımlar, mutsuz bireyler yaratıyor. Bunun içindir ki her birimiz ortalamayız. Ortalamanın üzerine de çıkamıyoruz. Çıktı sandıklarımız ise kötünün iyisi.
Gel gelelim tüm bu handikaplarda en çok da yöneticilere iş düşüyor. Bilic de bunu anlamış sayılı adamlardan birisi. Bir takım başarıya, ekipdaşlarına sarılmak için koşuyorsa, o ekibi kimse durduramaz, ey okuyucu.
Herkesin içine bir parça aydınlık düşmesi dileğiyle…