Çağımızın yeni ürünü: Telesağlık (telemedicine)

Telesağlık, İngilizce adıyla telemedicine veya telehealth, hastanın doktorun yanında olmadan sağlık hizmeti alabilmesine deniyor. Wikipedia’dan okuduğuma göre, 3 ana başlığa ayrılıyor;

Store and forward -> Semptomlarla ilgili bilgilerin hasta tarafından girildiği veya bir cihazda toplanıp doktorla paylaşıldığı yöntem.

Remote monitoring -> Uzaktan semptomların doktorla o anda paylaşılması ve doktorun monitor edebilmesi yöntemi. Örneğin; kalp hastalığınız bulunuyorsa durmadab doktora vizite ücretleri vermek yerine daha ucuza kontrol edilebilirsiniz.

Interactive medicine -> Uzaktan semptom paylaşımının çeşitli kanallarla doktora ulaştırılmasının yanında doktorun yüzyüze aksiyon alabilmesini de kapsayan yöntem.

Telemedicine, Amerika’da günden güne popülerleşen bir yandan da tartışılan bir konu. Zira, American Telemedicine Association adında bir kuruluş bile bulunuyor. Dahası, konuyla ilgili hem yasal hem de diğer konularda da telemedicine’ı güncel tutmaya çalışıyor.

Yakın zamanda, CMS (Centers for Medicaid & Medicare), Sağlık Bakanlığına bağlı kuruluş, bu hizmeti veren kuruluşların geri ödeme hizmetinden faydalanabileceği kararını verdi. Böylece, önümüzdeki dönemde kullanımın %0,8 oranında artması öngörülüyor.

En büyük faydası kırsal kesimde yaşayan veya kazancı yeterli olmayan insanların sağlık hizmetlerine daha kolay ulaşabilmesi.

Hizmete karşı çıkan birçok insanın en büyük argümanı, aşırı veri ve teknoloji kullanımını yarattığı yönünde. Bu açıdan baktığımızda, Turkcell, Vodafone, Avea gibi operatörlerin de bu konuya yoğunlaşması gerekliliğinin kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Amma velakin şu an için bir yatırım duyumu almadık.

Peki, buna kim uyanmış diye düşündüğümde aklıma ilk olarak Apple geldi. iOS8 işletim sisteminin en büyük yeniliklerinden bir tanesi de “sağlık” uygulaması. Apple, size bir Sağlık ID’si kurdurmak ve tüm bilgilerinizi buraya girdirerek ve gerçek zamanlı verilerinizi de toplayarak, ileride büyüyecek telemedicine sektörüne yatırımını yapmış. Böylece hem cihazlara hem de data kullanımına bağımlılığınızı artırmaya çalışmış da diyebiliriz.

Yeni fırsatlara yoğunlaşan birçok firmaya burada iş düşüyor. Örneğin, bir hastanenin böyle bir hizmet vermeye başlaması, özellikle Türkiye’de rekabet avantajını artıracaktır. Öte yandan, operatörlerin de bu durumdaki kazancı artacaktır. Aklıma gelen diğer bir sektör ise sosyal medya. Sağlık kuruluşlarına durumlarıyla ilgili uyarı/bilgi vermek isteyecek birçok hasta/potansiyel hasta olacaktır.

Siz ne dersiniz?

Fotoğraf: http://www.isi-info.com/blog/entry/call-video-recording/will-call-video-recording-elevate-the-potential-of-telemedicine

Bi’log Arası: Mete Gülaçtı

Tüm firma sahiplerini, Finans Departmanlarını ve Muhasebecileri dikkate davet ediyorum!

Bu haftanın konuğu Serbest Muhasebeci Mali Müşavir, tanıdığım en iyi Beşiktaşlı, Ekşi Sözlük’ün en eski yazarlarından, can dost Mete Gülaçtı. Kendisiyle hem sektörü hem de firmaların mali durumlarını konuştuk. Değerli zamanını size ve bana ayırdığı için tekrar teşekkür ediyorum.

Mete hakkında kısa bilgi; İstanbul Kültür Üniversitesi İşletme Bölümü mezunu olan Gülaçtı, Marmara Üniversitesi SBE10799508_746692608712871_1102445848_n Enstitüsü’nde Muhasebe-Finansman Tezli Yüksek Lisansını bitirdi. Ülkemizde Adli Muhasebe (Forensic Accounting) konulu ilk tez çalışması kendisine ait olup, bu konuda Türkçe literatüre de birçok kelime kattı. Beşiktaş Jimnastik Kulübü Kongre Üyesi, Türkiye Muhasebe Uzmanları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi, İstanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası ve Türkiye İç Denetim Enstitüsü üyelikleri bulunmaktadır. Babası da Yeminli Mali Müşavir olan Gülaçtı, 1998 yılında başladığı mesleki serüvenini Serbest Muhasebeci Mali Müşavir olarak sürdürmektedir.

İpek Alkan: Sizin için basit ama birçoğumuz için karmaşık olabilecek bir soruyla başlamak istiyorum. Finans ve Muhasebe çoğu zaman karıştırılır. Bize ikisinin arasındaki temel farklardan bahseder misiniz?

Mete Gülaçtı: Özellikle ülkemizde sürekli birbiriyle telaffuz edilen iki işletme alt bilimidir muhasebe ve finans. Temel bir fark bulunmaktadır bunun dışında her iki disiplin de birbirlerini tamamlarlar. Muhasebe mali tabloların oluşmasını sağlayan süreci yönetir ve kullanıcılara yani firma ortaklarına, yatırımcılara, çalışanlara, bankalara vs mali tablolar aracılığı ile en yalın bilgileri sunar. Finans ise bu sunulan bilgiler üzerinden işletmelerin ihtiyacı olan fon kaynaklarını belirler, analiz eder, gelecekte nasıl olması gerektiği ve yine bu fon kaynaklarının nasıl yönetilmesi gerektiği hakkında bilgiler verir, en temel fark budur. İkisi de işletme için çok önemli olan raporlamanın temelini oluşturur. Muhasebe veriyi sunarken, finans bu veriyi analiz eder. Her iki alanında kendi içlerinde bilinmesi ve uzmanlaşılması gereken birçok alt dalı bulunmaktadır; örneğin muhasebe için maliyet ve yönetim muhasebesi, finans için finansal yönetim gibi. Tek bir alanda birbirlerini tamamlamanın ötesine geçip birlikte hareket ederler. O alan da işletme bütçeleridir. Özellikle yönetim muhasebesi ve finansal yönetim bütçeleme konusunda beraber çalışıp raporlamaya büyük katkı sunarlar.

İpek Alkan: Ülkemizin Yeminli Mali Müşavir olabilmek için oluşturduğu bir takım kurallar var. Örneğin; 10 senelik bir iş deneyiminden sonra epey zorlu sınavlara giriyorsunuz. Sizce bu sistem doğru işliyor mu? Eksiklikler neler?

Mete Gülaçtı: Yeminli Mali Müşavirlik ülkemizde liyakate ve bilgi, birikime en çok değer verilen mesleklerden biridir. Sınavları çok zordur hatta sınavları kazanan kişilerin sayısına bakarsanız ülkemizin en zor alınan mesleki unvanı bile diyebiliriz. Bana göre olması gereken de budur. Çünkü meslekte gelinebilecek en son nokta ve alınan sorumluluk hâkim olunan mesleki konularda ciddi bilgi gerektiriyor. Sistem son düzenlemelerle birlikte biraz daha güzel işliyor. Herkes sınava tabi fakat kişisel kanaatime göre kat edilmesi gereken bir yol var. O da YMM (Yeminli Mali Müşavir) sınavlarının yıllara yayılması. Yani bir seferde insanların birçok ders ve mevzuat konusundan sınava girmeleri yerine örneğin iki yılda bir birkaç ders ve mevzuattan sınava girilebilmeli diye düşünüyorum. Ama takdir mesleği yöneten büyüklerimizin…

Embed from Getty Images

İpek Alkan: Son olarak Bağımsız Denetçi gibi bir görev tanımında bulunuldu. Bu hakkı almak için ise YMM olunmasına da gerek yok. Sizce bu biraz haksızlık olmadı mı? Yapıda açıklık yok mu?

Mete Gülaçtı: Çok detaya girmeden, okuyanları yormamak için ve anlaşılabilir olması açısından basit anlatmaya çalışacağım. Bağımsız Denetçiler, SMMM ve YMM’ler ile organik bağı olsa da esasında ülke mevzuatımız açısından farklı kanunları tatbik eden insanlar. YMM ve SMMM’ler yaptıkları işler itibariyle vergi kanunlarından sorumlu iken bağımsız denetçiler kendileriyle ilgili olan mevzuattan sorumlular. Yeni Ticaret Kanunu’na göre KGK (Kamu Gözetim Kurulu) kurulduktan sonra ülkemizde iki çeşit bağımsız denetçi oluştu. Bunlardan biri KGK mevzuatına göre bağımsız denetçi, diğeri SPK (Sermaye Piyasası Kurulu) mevzuatına göre bağımsız denetçi. Biri Türk Ticaret Kanunu’nun verdiği yetkiyle, yine aynı kanun kapsamında, tebliğlerle belirlenen hadler kapsamına giren firmalar hakkında bağımsız denetim raporları hazırlarken, diğerleri halka açık şirketler ve diğer SPK mevzuatına tabi firmalar hakkında rapor düzenlerler. Malum hem SPK için hem KGK denetçisi olmak için YMM olunmasına gerek yok. Sadece 3568 sayılı yasaya göre meslek mensubu olma şartı var yani SMMM veya YMM olunması fark etmiyor. Tabi bu zorunluluğun yanında kurumların kendi içlerinde de bir çok kriter var. Örneğin KGK için 15 yıllık mesleki tecrübe aranıyor. Birçok zorluktan dolayı herkes YMM olamayacağına göre SMMM olan kıdemli meslek mensuplarının eğitim alıp, sınava girip bağımsız denetçilik belgesini almalarını doğru buluyorum.

İpek Alkan: Birçok farklı sektörden hizmet verdiğiniz kurum bulunuyor. Bugünlerde firmaların mali yapıda dengede tutmakta en çok zorlandığı kalem hangisi?

Mete Gülaçtı: Genel ekonomik konjonktüre bağlı olarak borç kaleminde dolar, alacak kaleminde avro olan her firma uzun süre sıkıntı yaşayacak gibi duruyor. Özelikle ithalat kalemi ve dövizli kredi borcu olan firmalar mutlaka mali tabloları iyi okumalı ve hem muhasebe hem de finans departmanlarının vereceği raporları titizlikle ele almalı, incelemeli, kararlar bu verilere göre alınmalı.

İpek Alkan: Genel konjonktüre baktığımızda, önümüzdeki senelerde hangi sektörler dara düşecek gibi duruyor? Sirenleri çalmamız gereken sektörler var mı?

Mete Gülaçtı: Sektör bazında değerlendirme yapmam doğru olmaz ama bir önceki soruya verdiğim yanıtlar bu soruda da geçerli. Hangi sektörde olursa olsun firmalar ithalat kalemleri ve buna bağlı stokları varsa çok dikkatli olmalı. Yatırımlara karar verirken ve özellikle dövizli banka kredileri kullanırken ince elemek sık dokumak lazım. Kısaca döviz, işletme için düzgün bir finansal yönetim ile kontrol altında tutulmalı ve imkân varsa avantaja çevrilmeli. Aslında her konuşmamız doğru bir raporlamaya dikkat çekiyor yani finansın ve muhasebenin önemini görüyorsunuz.

İpek Alkan: Firmalar bütçe kısıtlamasına girdiklerinde, ilk önce “pazarlama” veya “arge” gibi can damarı bölümlerden parayı keserler. Sizin de deneyimleriniz bu yönde mi? Farklı örnekler var mı?

Mete Gülaçtı: Firmalar bütçe kısıtlamalarına girdiklerinde hemen hemen her departmana bunu yansıtıyorlar ama tabi daha çok maddi kaynağa ihtiyacı olan departmanlar bundan çok etkileniyor. Sizin verdiğiniz örnekten yola çıkarsak, Ar- Ge ülkemizde çok büyük ve kurumsal firmalar haricinde pek de önemsenmeyen bir departman olduğu için zaten sadece bütçe kısıtlama zamanlarında değil normal zamanda da pek kaynak yaratılan bir birim değil, buna bizzat şahit oldum. Pazarlama ise biraz daha farklı. Bütçe kısıtlamalarına gidildiği durumlarda bile bazen etkilenmiyorlar. Çünkü özellikle nihai tüketiciye mal satanların can damarı olan pazarlama departmanlarına hem nakit akışını yönetmek hem varsa stok durumunu düzeltmek için mutlaka kaynak yaratılıyor, buna da birçok kez şahit oldum. Benim sorularını cevapladığım ve içinde bulunduğum muhasebe ve finans departmanına gelince iş gücü ve bazı dönemlerde teknoloji yatırımı hariç departman bazında fazla kaynak gerektirmeyen bölümler. Zaten birçok firma bu departmanlarda asgari iş gücüyle ve teknoloji ile çalıştıkları için en fazla 1-2 dönem çalışanlara maaş artışı yapmama veya mevcut teknolojik altyapı ile devam etme kararı hariç bir kısıtlama fazla görmedim. Bana göre en fazla etkilenen üretimle doğrudan ilgilenen kısımlar oluyor ki bu da genellikle iş gücü bazında… Örneğin bir fabrikada satışlar azalıp, stoklar çoğaldığında ilk yapılan eylem genellikle işçi çıkarmak oluyor. Bu da esasında büyük ekonomik kriz zamanları hariç doğru raporlama ile aşılabilecek bir şey ki ekonomik kriz zamanlarında bile doğru yönetimle o dönemlerden daha güçlü çıkan firmalar oldu. İşte kriz gibi zor dönemlerde yönetim ve maliyet muhasebesi ile finansal yönetim konularında uzman kişilere sahip firmalar bu sıkıntıları daha az yaşıyor. Çünkü bu uzmanlıklar gelecek öngörülerine çokça yardımcı oluyor ve hamleleri erkenden yapıp önlem alınmasını sağlıyorlar.

Embed from Getty Images

İpek Alkan: Muhasebesini ve finansmanını iyi şekilde şekillendirememiş birçok kurum iflas etmeye mahkûm. Firmaların en çok dikkat etmesi gereken şey nedir? Ne önerirsiniz?

Mete Gülaçtı: Sadece firmanın can damarları muhasebe ve finans açısından değerlendirmiyorum bu durumu. Eğer bir kurumda doğru örgütsel yapı kurulmamışsa her türlü problem olur. Muhasebe ve finans bunların bir parçası… Tek farkları özellikle ülkemizde KOBİ ayarındaki işletmelerde bu birbirini tamamlayan iki departmana yeteri kadar değer verilmemesi. Sadece firmanın sıkıntılı dönemlerinde akla gelebiliyorlar o da kısa süreliğine. Finans deyince malum yurdum insanı finansı para olarak algıladığı için hele bir de işletmenin ekonomik sıkıntıları varsa örneğin bankalarla kredi konularında sıkıntılar yaşıyorsa, o önceden önemsenmeyen finansçı, bir genel müdür muamelesi görebiliyor, ta ki sıkıntılı dönem bitene kadar… Kısmen muhasebeciler için de geçerli bu durum, sıkıntı geçene kadar… Sonrasında yine aynı değer vermeyen işletme politikaları devam ediyor. Tabi sıkıntı sadece bununla da bitmiyor aynı durum biz dışarından hizmet veren SMMM ve YMM’ler için de geçerli. Zaten işletmeler arasında temel bir fark burada ortaya çıkıyor. Muhasebesine finansına hâkim, o yapıları düzgün kurmuş firma sahipleri, ortaklar vs bu sıkıntıları yaşamıyorlar ve ilk gün neyse, sıkıntılı günlerde de bu sistemlere aynı değeri veriyorlar. Çünkü biliyorlar ki mutfak orası, oradan gelecek bilgi ve raporlara göre hareket edecekler.

Bu arada bir bilgi daha vereyim en başarılı patronlar muhasebe ve finans bilirler. Bu demek değildir ki oturup defter tutacak, banka hesaplarını kontrol edecek, mali tablo hazırlayacak veya uygun banka kredisi bulacak. Bilanço okuyabilsin, nakit akım tablosunu kendisinin anlayabileceği şekilde basitleştirsin ve analiz etsin, bütçe rakamlarındaki hedefler tutmuş mu kontrol etsin ve stoklara baksın yeterli.

Firma sahiplerine, ortaklarına hatta mümkünse diğer departman çalışanlarına tavsiyem, mutlaka raporlama ve mali tablo okuma konusuna hâkim olmaları. Yani firmanın durumunu ve tahmini geleceğini rakamlardan yola çıkarak analiz edebilmeleri. Bu durum hem işletmeyi hem de çalışanları günümüzün rekabetçi ve acımasız piyasa koşullarında otomatikman öne geçiriyor.

Başından beri aynı şeyi vurguladım, raporlama işletmeler için çok önemli ve buna en önemli katkıyı verecek olan departmanlar muhasebe ve finans. O pozisyonlarda çalışacak veya dışarıdan fayda sağlayacak, hizmet sunacak kişiler çok doğru seçilmeli ve bu kişilere önem verilmelidir. Bunların haricinde gördüğüm ve tecrübe ettiğim bir konu varsa, büyüklüğü ne olursa olsun işletmelerde, doğru insanlar, düzgün organizasyon, kaliteli yapılanma ve eğitim her şeyin ilacıdır.

Bi’log Arası: Tolga Arıcan

Bu haftaki konuğum, iş sebebiyle tanıştığım ve tanışmaktan da beraber çalışmaktan da çok memnun olduğum arkadaşım Tolga Arıcan.

Kendisi, hem bilgisi hem de bilinçli yaklaşımıyla sektöre anlam kazandıran sayılı genç girişimcilerinden ve yaptığı projelerle Türkiye’de olduğu kadar dünyada da ses getiriyor. Şu anda, Manifaktüre Ajansı’nın kurucu ortağı olarak kariyerine devam eden Tolga ile hem dijitalleşen dünyayı hem de yazılım geliştiricilerin halini konuştuk.

Teşekkürler Tolga! İyi okumalar.

İpek Alkan: Kendinden biraz bahseder misin?

Tolga Arıcan: İçinde bulunduğumuz internet çağının başlangıcına yetişebilme şansına sahip nesilden biri olarak; 90’ların tolga_arican_avatarsonunda webmaster’lığa soyunan bir çocukken, Bilgi Üniversite’si Bilgisayar Bilimleri’nden da mezun olduktan sonra (hatta olmadan önce) hemen dijital sektöre atıldım. Ajans, internet projesi, Microsoft gibi farklı kültürlerle ufak flörtleşmelerden sonra da Utopic Farm’ı kurdum. Sonrasında da Blogger’s Base Cafe, Utopic Farm Üsküp ofisi gibi ara maceralar daha yaşayıp, şu anda da hem ortağı olduğum hem de operasyonunu götürdüğüm Manifaktüre’de serüvenime devam ediyorum.

İpek Alkan: Kurucu Ortağı olduğun Manifaktüre sadece ajanslara hizmet veren bir yazılım evi. Böyle bir ihtiyaç olduğuna nasıl karar verdiniz? İlgi beklediğiniz gibi oldu mu?

Tolga Arıcan: Utopic Farm’ın büyümesi ile beraber hayatımın bir parçası haline gelen ortağım Çağrı Tek ile tanışmam büyük bir şans oldu. Pazardaki boşluğu görüp bunu bir fırsata çevirmek Çağrı’nın fikriydi. Başta özellikle benim tereddütlerim vardı. Ama hem ticari ahlaki değerlerimizden, hem de sağladığımız güven ortamından ötürü diğer ajanslar Manifaktüre’yi çok hızlı bir şekilde benimsediler. Hatta yapılarını tekrar gözden geçirmelerine ortam sağlamış olduk. Onlar da gereğinden fazla maaliyetli bir iç yazılım departmanını, dışarıdan profesyonel bir hizmetle değiştirme gibi bir fırsatı değerlendirmeye başladılar.

İpek Alkan: Sence, Türkiye’de yazılım geliştiricileri yeterince donanımlı mı? Eksiklikler neler?

Tolga Arıcan: Bence en büyük sıkıntı, eğitim. Öğrenim düzeyimiz çok yüksek olmadığı ve yeterince hızlı gelişerek gelmediğimiz için iş hayatı öncesinde, biraz birşeyler kaptığında insanlar, ‘Ben oldum’, ‘Esasında daha iyisini hakediyorum’ demeye başlıyorlar. Bu sırf geliştirici için de geçerli değil. Tasarımcısı, proje yöneticisi, müşteri temsilcisi, .. gibi diğer pozisyondaki kişiler için de geçerli. Herkes çok kısa vadeli düşünüyor veya ufak kazançlar peşinden koşuyorlar. Doğal olarak da bir noktada tatminsizlik ve sektöre küsmeye dönüşüp yok oluyorlar. Bu noktada çuvaldızı kendimize de batırmamız gerekiyor. Sektör işverenleri olarak o kadar kolay Sr. , Takım Lideri, Direktör gibi ünvanları dağıtıyoruz ki, hem o ünvandaki kişi inanıyor altını doldurabileceğini, hem de o ünvanı veren kişiler, ünvanın gerektirdiği kadar işi bekleyebiliyor.

İpek Alkan: Dünyada birçok yazılım devi/markası ortaya çıkıyor. Çok güzel projelerle de genç yaşta milyoner oluyorlar. Türkiye’de bunun örneğine pek de rastlanmıyor. Sence bunun sebebi nedir?

Tolga Arıcan: Başlı başına günlerce bunu tartışabiliriz ama anahtar noktalar bence: Eğitim+Öğretim, Kültür, Olanaklar, Takım. California’da doğup, çok iyi bir eğitim ve öğretim alıp, Starbucks’a kahve almaya girdiğinde sağında Facebook’tan biri solunda Google’dan başka biri ile aynı havayı soluyan, dünyanın en iyi konferans seminerlerine katılabilen, yatırım firmalarının ve danışmanların daha oturmuş olduğu, yatırım kültürünün bir 5 yıl önümüzde olan bir ortamdaki genç girişimci ile buradaki genç girişimci arasında başarılı olma ihtimallerini bu parametrelerle karşılaştırınca zaten cevap biraz daha ortaya çıkıyor sanırım.

Ama eklemeden geçemediğim bir konu, burada 1000’de 3 ise başarı oranı, yurtdışında belki çok daha düşük. Çünkü kat ve kat fazla girişim var o tarafta da. Sadece en başarılı olunan örnekleri konuşmayı da seviyoruz ama binlerce kat başarısız olmuş örnekler de var. Girişimcilik belki de en zor meslek esasında. Safe Zone’u olmayan bir maraton, ve bu maratonu koşarken yorulmak diye bir şey olmadığını baştan kabullenip, her türlü sosyal hayatınızın önüne iş’i koyabiliyor olmanız lazım.

Ve takım! Yatırımcısından, yola çıktığınız arkadaşlarınıza, ve hatta sevgiliniz/eşinize kadar. Projenin sürdürülebilinir olmasını sağlayan en önemli etkenlerden biri çekirdek takım. Bu maratonda sizi hep ileriye taşıyacak, size gereken desteği verecek, sizin eksikliğinizi kapatacak kişilerin olması lazım. Hiç kimse tek başına başarılı olamaz. Tek başına birşeyler üretebilir ama onu büyütüp parlatacak olan şey, beraber ilerlediği kişilerin hayatına ve işine olan katmadeğeri olacaktır.

tolga_arican_inlineİpek Alkan: Bir dönem, sosyal medya çok popüler oldu ve bununla beraber sosyal medya uygulamaları peynir ekmek gibi yapılmaya ve satılmaya başlandı. Şimdilerde ise bu akım mobil dünya için geçerli. Sence bundan sonraki adım nedir?

Tolga Arıcan: Esasında uzaktan bakınca biraz böyle gözükse de, içinde bulunduğumuz ve gelişen dönem biraz daha ‘Convergence’ ve ‘Data’ dönemi. Bu noktada hedefleri doğru koymak ve marketing faaliyetlerini doğru kurgulamak lazım. Yakın geçmişte sosyal medyada takipçi ve beğeni peşinde koşulurdu, şimdi de ‘Mobilde uygulama şart’ denmesi gibi yanlış yönlendirmelerin sonucunda dönemsel furya olarak görülüyor.

Ama olması gereken, madem 1 milyon takipçin var Facebook’ta, esas şimdi o platformda doğru kurguda uygulamaları yapman lazım. Madem mobil penetrasyon arttı, Facebook uygulamasının etkileşimini birşekilde orada da devam ettirmelisin. Artık medya satınalma, retargeting, programatik araçlar da çok gelişmiş durumda. Müşterini tanı, data’sını topla, hareketlerini analiz et, çok daha odaklı birşekilde ve hatta yakaladığın başka platformlarda/kanallarda satışa dönüştürecek reklam faaliyetlerini beslemiş ol. Offline alanlarında karşılaştığında kim olduğunu bilmeyi hedefle. Call Center’ı aradığında ne kadar aktif olarak sosyal ağlarda senle etkileşmiş onu gör, ona göre konuş/yönlendir.

Artık Lovemark olmak o kadar kolay ki, sadece doğru strateji ve doğru teknik altyapıları kurgulayıp üreterek hizmet kaliteni arttırmak çok kolay. Müşteriyi özel hissettirmek, ona değer verdiğini göstermek çok kolay. Onunla olan bağlarını kuvvetlendirip bunu bir ‘loyalty’ programına çevirmek için çok daha fazla platform var elimizin altında.

Demek istediğim; mobile şu anda trend olarak bakmaktansa, müşteriye ulaşabileceğin yeni bir kanal / 360 derece kurguna katabileceğin yeni bir platform olarak bakmak daha doğru ve verimli. Yarın giyilebilir teknolojiler daha solidite olup, daha fazlasını sunduğu zaman da aynı şekilde o da tamamlayıcı bir kanal/platform olacak.

İpek Alkan: Yatırımını yazılım dünyasına yapmayı düşünenlere neler tavsiye edersin?

Tolga Arıcan: Yazılım dünyası da kendi içinde artık derya deniz durumda doğal olarak. Bizim gibi biraz daha odaklı ve dijital sektöre özel çözümler üreteceklere önerim, projelerin kreatif süreçlerine de hakim olabilmek çok önemli bir katmadeğer. Her ne kadar tasarım hizmeti vermesek de, user experience dinamiklerine aşina olmak şart. Buna ek olarak marka yerine ajansın müşteri konumunda olması, iletişim tonunun değişmesi / çalışma saatlerinin farklılaşması anlamına da denk geliyor. Buna hazırlıklı olunması lazım. Her ne kadar sektörü büyütmek için elimizden geldiğince çaba göstersek de, bu alanda rekabet edebileceğimiz diğer firmaların da varlığı ve geliyor olmasını isteriz.

Bi’log Arası: Ebru Burduroğlu

Bu haftaki konuğum, yiyecek-içecek sektöründeki devlerden birisi olan Tike Restoranlarının veliahtlarından Ebru Burduroğlu. Kendisi, hem lise yıllarımdan iyi bir arkadaşım, hem de hemşerim. İşine olduğu kadar, Tenis spor dalına 2013-07-22 01.21.34 da aşk ile bağlı olan Ebru, Tike’nin başarısı için kaç tane ülke, ne kadar yol aştı bilemiyorum. Hikayesi hem ilginç hem de sektörü merak edenlere de ışık tutacak cinsten. Kendisine söyleşi için çok teşekkür ederim. İyi okumalar! 

İpek Alkan: Kendinden biraz bahseder misin?

Ebru Burduroğlu: Amerika’nın New Hampshire eyaletinde doğdum. 10 yaşında İstanbul’a taşındım. Amerika’da Florida’da yaşarken tenise başladım. Florida’da zaten ya tenis yada golf oynarsın=) Türkiyede Enka spor klubünün lisanslı tenisçisi olduktan sonra Türkiye ve Avrupa genelinde turnuvalara katıldım. Eski milli takım oyuncusuyum ve şu anda boş zamanımda tenis koçluğu yapıyorum. Amerika’dan tenis bursu alınca üniversite için tekrar Amerikaya gittim.

Seton Hall University’de Business Marketing ten mezun olduktan sonar ailemin yemek kültüründen, babamın başarılı markası ve Adanalı olmamdan, masterımı The Art Institute of New York City de Restaurant Management üzerine yaptım. Daha fazla dünya yı görmek için 1 yıl dünya turu yaptım. Tenisi profesyonel olarak bırakınca küçüklükten beri bayıldığım mesleğe girdim… Tike …

Tike Istanbul, Londra, Kiev, Cidde de bulunduktan sonra bu sene Tike Dubai de bulunmaktayım.

İpek Alkan: Tike; aile şirketiniz olmasaydı da yine de bu işi tercih eder miydin? Neden?

Ebru Burduroğlu: Kesinlikle. Kendimi başka bir sektörde göremiyorum. İnsanları yemekle mutlu etmek, özel günlerinde aileleri bir araya getirmek beni inanılmaz sevindiriyor.

Adanalı bir aileden geldiğimden dolayı evimizde her akşam donatılmış bir soframız olurdu. Sanki her gün misafir ağırlayacakmışız gibi. Babaannemler bizimle yaşadığından yemek kültürümü geliştirdiğimi düşünüyorum.

Buna en güzel örnek, babaannemin bir gün arkadaşlarını hem briç hem de yemek için davet etmesiydi.

Babaannem hep enterasan yemeklerin tarifini bulup, misafirlere ya da ailesine tattırır. Bir gün öyle birşey yapmıştı ki ben bir genç olarak hayatta o yemeğe dokunmayacağımı dile getirmiştim.

Babaannemin cevabı “Ya bir gün prenses olursan, öyle bir masada ben bunu yemem mi diyeceksin?” idi.

Sofra nezaketini böyle öğrenmemle birlikte bu güne kadar herşeyi yiyen ve tadan bir insanımdır.

Peru’nun bir köyünde onların meşhur yemeğin “Qui” denemişliğim vardır. Bu arada bu özel tabakları “Hamster”! Evet, hamster yemiş bir Adanılıyım!

İpek Alkan: Türkiye’nin yurtdışında bulunan gurur markalarından birisisiniz. Sence bu başarının sırrı nedir?

Ebru Burduroğlu: Tike’yi bebeğimiz gibi görüyoruz. Şu anda restoranımızda çalişan şeflerimiz uzun yıllardır, değişik lokasyonlarda bizim için çalışıyor. Bundan dolayı sloganımız bile “Tike Family” dir. Tikeyi bir ülkede açmaya karar verince gireceğimiz pazarı önceden araştırıyoruz. Franchise verdiğimizde seçtiğimiz ortak, bu sektörü bizim kadar sevmeli. Ne yazık ki çoğu insan restoran sektörünü bir eğlence olarak görebiliyor. Herkes restoran açmak istiyor. “Ah bir restoranım olsada her gün güzel yesem, arkadaşlarımı doyursam gibi”, Bir diğer yanlış düşüncede yaptıkları yatırımı hemen geri alacaklarını düşünmeleri. Restoran işi, özellikle Tike gibi bir konsept, çok detaylı bir proje! 250 kişilik bir restoran açmak o insanları yönetmek, yemek kalitesi için şeflerin istediği ürünleri bulmak… vs

Bizim en büyük başarımız işin başında durmak. Bir restoran açıp, aşçılarımızı bir ülkeye gönderdiğimizde kalıcı bir hareket olarak görüyoruz. Bence bu bizim en başarılı olduğumuz konu. Çoğu marka 1 ay sonradan bütün restoranı bir müdüre bırakıyor, ve çoğunlukla bu müdürler Türk bile olmuyor. Aşçılar da başka bir ülkeden oluyor.

Sen başka bir ülkeden çok iyi bir chef getirebilirsin ama o insanda Türk damak tadı olmadığı sürece asla ürünü başarı ile satamazsın. Türk restoranıysan Türkler olacak başında. Diğer ırktan insanları da eğiteceksin.

İpek Alkan: Bulunduğun sektöre terimsel olarak yaklaştığımızda “yiyecek/içecek” veya “HORECA” diye adlandırabiliriz. Fakat ben açıkçası “hizmet” sektörünün anası olarak görüyorum. Sence, sektör paydaşlarınız da bunun farkında mı?

Ebru Burduroğlu: Farkında olanlar zaten başarılı oluyor. Eğer bir müşteri evinin konforluğundan çıkıp, bir restorana geliyorsa, parasının karşılığı olan yemek kalitesi yanında garson, müdür ve şeflerin hizmeti önemli.

Bu keyfi, lezzeti, aile ortamımızın neşesini, sofralamızın zenginliğini yansıtmak, yaşatmak ve tüm bu güzellikleri sizlere eksiksiz sunmak için 1998 yılında Tike`nin kapılarını açtık misafirlerimize…

İpek Alkan: Türkiye’de sektörünüze uygun kalifiye işgücünün oluşturulduğuna inanıyor musun? Eksiklikler neler?

Ebru Burduroğlu: Ben her zaman demişimdir, Türkiye’de hizmet gayet iyi. En ufak bir cafeye gidildiğinde bile belli bir standart vardır. Bu bizim Türk kültüründen gelen bir şeydir. Yemek yemeyi seven insanlarız. Özellikle bu keyfi, hizmeti bol sohbetli arkadaş ve dostlarla paylaşabilirsek ne mutlu bize.

Kebap sektörünü ele alırsak bence eksikler giderildi. Tike’yi açmamızın nedeni zamanında Türk yemeğini iyi pazarlamamızdı. Bu eksiği gördük. Neden dünyada İtalyan restoranları dünyadaki en iyi restoranlar arasına girerken, Türk restoranları hep corner shop olarak görülüyordu?

İpek Alkan: İşinizin merkezi hizmet olduğu için, diğer sektörlere nazaran “reklam” kampanyaları pek gerçekçi olarak sonuca etki etmeyebilir. Potansiyel müşterinin sizi tercih etmesi için ne gibi aksiyonlar alıyorsunuz?

Ebru Burduroğlu: Dergilerle görüşmeler, radyoda 15 saniyelik duyurular, ve en önemlisi sosyal medya.

Tike müşteri verisi tutuyoruz. Böylece yeni bir ürün çıkardığımızda ya da özel günler ve bayramlar sırasında Tike Ailesi olarak toplu epostalar gönderiliyor.

Garsonların hizmeti hariç, müdürler her masaya gidiyor ve herşeyin yolunda olduğuna dair bir şekilde teyit ediliyor. Garsonlar eğitim aşamasında iken her yemeğin Türkçe olarak bilmesini önemsiyoruz. Ayrıca, eğitim esnasında her yemeği şefler tarafından hazırlatıp, garsonlar tarafından denetiyoruz.

Eğer garsonun kendisi yemeği deneyip, görsel olarak görürse, o ürünü daha iyi satacaktır.

İkram bizim için çok önemli. Restoran her daim Türkçe müzik çalıyor.

İpek Alkan: İşin 7/24 çalışma disiplini gerektiriyor. Tüm gün motivasyonunu ayakta tutmak için yaptığın özel bir ritüel var mı?

Ebru Burduroğlu: Doğruyu sölemek gerekirse yok. Ama belirli saatlerde eğer iş yavaşsa mutlaka yemekle ilgili yazılar okuyup, yeni fikirler elde etmeye çalışıyorum. Sevdiğin işi yapınca motivasyonu ayakta tutmak gerekmez. Zaten işin kendisini, her gün yeni bir gün gibi, bir başlangıç olarak görüyorsun.

İpek Alkan: Birçok farklı ülkede yaşadın, çalıştın ve çalışıyorsun. Ülkeler arası müşterilerinizin istekleri de değişiyordur. Bu konuda enteresan bir anın var mı?

Ebru Burduroğlu: Çooook var. İnan ki işin kendisi zor değil. Asıl zor olan her türlü müşteriyi memnun etmek her ne kadar da mantıklı gelmese de. Cidde, Suudi Arabistan’da 2.5 seneye yakın kaldım. Bildiğiniz gibi petrol zengini bir ülke ve hakikaten bazıları Harem Sultan gibi yaşıyor.

Bir gün prenseslerden birisi geldi. O zamanlarda kapalı alanda nargile ve sigara içme yasağı yeni kabul edilmişti. Eğer Suudi Arabistan’da Prenses isen, hayır kelimesini pek olumlu karşılamıyorlar.

Tuvalette içebilir diye duruma çözüm bulmaya çalışırken, bu sefer sandalye isteğinde bulundu.

Koskoca restoran doluyken biz tuvalette ayakta kalmasın diye özel odamızdaki sandalyeyi tuvalette koyup, yeni bir sigara odası yaratmamız gerekmişti.

En yenisi Dubai’de ki restoranımız plajın önünde olduğundan bir kadının restoran ortasında bikini ile dolaşmasıydı. Her ne kadar yüzde 75 yabancı olsa bile Dubai’de geri kalan kısım tutucu: Emiratiler. Mecburi olarak bayana nazikçe üstünü giymesini söylemiştik.

İpek Alkan: Sektöre girmeyi düşünenlere neler önerirsin?

Ebru Burduroğlu: Kesinlikle bu işe bağlı olman ve çok sevmen gerekiyor. Çalışma saatleri hem çok uzun hem de ofis saatinin tam zıttı. Yani, arkadaşlarınız işten çıkarken restoran işi daha yeni başlıyor! Özellikle haftasonları çoğu insan için rahatlamak içinse, restoran sektöründeki biz için; en dolu zamandır. Dünyadaki bütün restoranlara dair bir bilinen vardır ki o da; restoranların Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri bütün hafta içinde gerçekleşen karın hep üstündedir.

Müşteri odaklı mı yoksa Çalışan odaklı mısınız?

Bugün, Inc.’te Richard Branson’ın bir söyleşisini okudum.

Çılgın ve dahi işadamı, şirketlerindeki önem sıralamasını şöyle anlatmış:

1) Çalışan

2) Müşteri

3) Hissedar

Çok da mantıklı bir açıklama yapmış; çalışanınız mutluysa, müşterinizi memnun eder, memnun müşteri ise, hissedarı güldürür. Sonra da bu mantığı hala kavrayamamış olan şirketlere şaşırdığını da dile getirmiş.

Hani bir çok kez oluşturduğumuz kampanyalarda ve fikirlerde “müşteri odaklı” (customer-centric) bir yönetimi ve disiplini prensip olarak benimseriz. Branson, “çalışan odaklı” yani “employee-centric” yaklaşımda olduğundan bahsetmiş.

Ne yalan söyleyeyim, mantık çok basit ama okumak çok hoşuma gitti. Hatta bu kadar basit ama bir o kadar da pratikte göremediğimiz bu yaklaşım beni düşündürdü.

Türkiye’de, şirket çalışanlarının memnuniyeti ile ilgili yapılan herhangi bir araştırma var mı diye baktım. Şöyle birkaç örnek vermek istiyorum:

mobbing

Tüm bunlara bakınca, çalışanlarına eğitim veren, çalıştıran ve başarılı olmaya çalışan firmaların öncelikle bir eğitime ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Zira, bu sıralar, restoranlarda aldığım hizmetten tutun da bir kıyafet markasında bile aldığım hizmetten memnun değilim. Hep bir mutsuzluk ve umursamazlık var. Burada suçu çalışanda aramak yerine, Çalışan, Müşteri ve Hissedar üçgenini bilmeyen işverenler/yöneticilerde aramak ve bulmak gerek!

Siz de, Branson’ın söyleşisini okumak isterseniz, tıklayın.