Perakende satış hacmi, sesimi duyuyor musun?

Perakende satış hacminin ne olduğunu bilmeyenler için Cihan Haber Ajansı’ndan kısa bir alıntıyla başlamak isterim; Perakende Satış Hacim Endeksi, Perakende Ticaret sektöründe farklı tür ve büyüklükteki girişimlerin satışlarını aylık olarak ölçen, fiyat değişimlerinden arındırılmış bir hacim endeksi olarak tarif ediliyor. Tüketici güveninin ve hanehalkı talebinin kısa dönemli göstergesi olarak kabul ediliyor. Sonuç itibariyle, otomotiv yakıtından, gıdaya kadar tüketicinin satın alma davranışını, yani bir nevi arz-talebin sonucunu gösteren bir endeksten bahsediyoruz.

TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) her ay, bu endeksin son durumunu ve bir önceki ay/çeyrek ile karşılaştırmasını yayınlıyor. Haziran ayı verilerine göre, satış hacmi Mayıs 2013’e göre %4,2 ve Mayıs 2012’ye göre %5,4 azalmış.

2013 Mayıs’a göre olan karşılaştırmada daha da detaya girecek olursak, gıda, içecek ve tütün satışlarında %3,1, otomotiv yakıtı hariç gıda dışı satışlarnda %4,6 ve otomotiv yakıtı satışlarında ise %4,3 azalma görülmüş.

Mayıs ayında çıkan Gezi olaylarını düşünerek bu rakamlara göz attığımızda, direnişin tüketicinin üzerindeki etkisini görebiliyoruz. Yukarıdaki alıntıyı da aklımızda tutarak, tüketicinin daha güvensiz ve talebinin daha minimum bir dönemde olduğu aşikar. Bu çok şaşılacak bir konu değil. Enteresan olan değerler, TÜİK’in açıkladığı başka bir endeks rakamları; Perakende Ciro Hacmi. Ciro endeksi, Mayıs 2013’e göre %2,8 azalma yaşamışken, geçtiğimiz seneye göre %1,2 artış göstermiş. Güveni dramatik bir şekilde azalmış tüketici nasıl oluyor da böyle bir ciro artışına sebep olabiliyor? Yapılan zamlar ve ek vergilendirmeler, kişi başına alım gücünü azaltırken, yaratılan cirolar herşeyin yolunda olduğu imajını veriyor. Fakat değil. Sonuçta, bundan sonraki aylarda yaşanacak artış da zamların bir başarısı olacak.

Peki, bu bize neyi gösteriyor? “Tüm bütçelerimi tutturdum, cirom çok iyi.” diyen finans, pazarlama müdürlerine dış etkenlerin yarattığı artışları çıkartarak bütçelerine bir göz atmalarını isteyebiliriz. Zira, bunlar kendilerinin başarısı değil. Sonra pazarlama ekiplerine şunları hatırlatmalıyız; “tüketicinin piyasaya olan güveni satın almadaki en büyük etken. güveni sağlamlaştırmak için ne yapmalıyız? ne zaman yapmalıyız? nasıl yapmalıyız?” Kazanç sağlamak tek başımıza oluşturulabilecek bir olgu değil. Tüm markalar güven kurma konusunda piyasanın lehine planlamalar ve yatırım yapmalı.

20130819-232229.jpg

iWatch’ı beklerken

Birçok kaynakta Apple’ın iWatch için Japonya’da marka başvurusunda bulunduğunu okuduk öğrendik.

Tam da “adamlar bağıra bağıra akıllı saat çıkartıyorlar, neden birisi de biz de yaparız!” demiyor dediğim bir anda zaten piyasada bir sürü smartwatch olduğunu gördüm.

Bunlardan ilki Pebble. Pebble hem Android hem de iOS ile çalışabilen bir akıllı saat.

20130701-220811.jpg

Yapabilecekleri sınırlı. Telefonunuzla bağlantıyı kurduktan sonra müziklerinizi seçmenize/dinlemenize, SMS göndermenize, eposta notifikasyonu almanıza yardımcı olabiliyor. Ekran çözünürlüğü çok memnun etmemiş olsa da şu an için piyasadaki en bilinenlerden birisi. Yapılan yorumlarda, Android ile daha rahat kullanılabildiği, iPhone’un ise izin verdiği sürece etkili olabildiği belirtiliyor. Şaşırtıcı değil. Zira iPhone “kendinden olmayana” pek sıcak davranmıyor.

Bir diğer akıllı saat ise Sony Smartwatch1. Piyasaya ilk sürüldüğünde, fiyatının pahallılığından ve işlevselliğinin çok zayıf olduğundan bahsedilmiş. Şimdi Sony, Smartwatch2’yi çıkartıyor. Eylül’de piyasada olacakmış.

20130701-221324.jpg

Android telefonlara uygunluk gösteren bu cihazdan herkes umutlu. Fakat, fiyatının yüksek olabileceğinden korkuluyor.

Yazımın en başında belirttiğim gibi, bir de bu furyaya Apple iWatch giriyor olacak. Herkes çok orjinal ve işlevsel bir cihaz bekliyor. Yukarıdaki örneklere bir de iWatch’un sızan tasarımlarına bakınca, öncelikle tasarımda farklılaşamadığını görüyorum ki bu, Apple’ın Think different söylemine epey uzak. Belki de bu sebeptendir ki, iWatch’ın üzerinde çalışmalarını bir türlü tamamlayamıyorlar. Bir yandan da insanların kullanmaya alıştığı format dışında bir saat tasarlamak çok büyük bir riske girmek anlamına da gelebilir.

Tüm bunlara ek olarak aslında beni şaşırtan her birimizin Apple iWatch’ı beklerken diğerlerinden pek de haberdar olmayışımız. iPhone çıktığında da bazı arkadaşlarımın “senelerdir dokunmatik ekran var, şimdi mi fark ettiniz” diye bize kızdığını hatırlıyorum. Aynı şey iWatch için de olacak gibi.

Peki ama neden?

Cihaz çıkmadan adı çıkıyor! Adamlar, dedikodularla, sızan görüntülerle, beklentileri yükselte yükselte tüm odak noktayı kendilerine yönlendirmeyi çok güzel başarıyorlar.
Marka adını doğru koyuyorlar! Cihazlarını başlı başına marka haline getiriyorlar. Marka adında, cihazın neyle alakalı olduğunu çabucak anlıyorsunuz ve özellikli bir isim olarak beyninize kazıyorsunuz. Sony Smartwatch ne Allah aşkına? Çok mu düşünmüşler bu ismi ararken acaba?
Kendi cihazına inanılmaz kolaylık. Biz Apple kullanıcıları için hayatı daha da kolaylaştırmak için ellerinden geleni yapacaklar gibi bir inanç var. Zira şu ana kadar çıkan cihazlar, çözünürlükten, hızdan sınıfta kalmış. Apple Maps’i saymazsak, Apple’ın böyle yorumlar alacak bir cihaz çıkarttığını söyleyemeyiz.

Bu iWatch ne zaman geliyor Allah aşkına?

Bir öyle bir böyle deniyor. Bekleyelim görelim. Benim umudum bu sonbahardan yana. :)

Laptop’ın önünde nasıl oturmalısınız?

Birkaç zamandır dikkat ediyorum, eskiden nasıl spor yapmamız gerektiğini anlatan dergiler, gazeteler, artık bir yandan da bilgisayarın önünde nasıl oturacağımız konusunda bilgi vermeye başladı. Özellikle bel ve boyun ağrılarının sebebinin yoğun hareketsizlik olduğunu hep bildiğimiz halde, artık en iyi nasıl hareketsiz durururuz bunun hesabını yapmaya başladık.

Sosyal medyaydı, iş dünyasıydı, epostalardı derken hep bilgisayarlar, cihazlar önündeyiz ve bundan da bir kaçış yolu bulamadık. Ne kadar çok mobilleştiğimizi söylesek de, işimizi gücümüzü daha bu küçücük aletlerle yapmaya alışamadık. Kaldı ki alışmış olsak bile hep mobil cihazlara bakmaya çalışan gözlerimiz ve boynumuzun da canını çıkartıyoruz.

Ben tüm bunları düşünürken, karşıma Vodafone İspanya’nın 2011 senesinde hazırlamış olduğu bir video çıkageldi. Açıkçası videonun Vodafone tarafından yapıldığını en sonunda anladım. Verdiği bilgi, kullandığı görsellerle tamamen tarafsız ve öğretici bir videoydu. Hatta üstüne üstlük, yarım saat bilgisayar, yarım saat bisiklet diye bir mesajla sonlandırmasıyla, tamamen bir kamu spotu sandım. Ama değilmiş. (Evet videonun kenarında küçük bir Vodafone amblemli modem var ama dikkat bile etmiyorsunuz. :))

Teknoloji devi Vodafone, kullanıcısı olsun ya da olmasın, kalbine vicdanını koyup, bizlerin bilgisayar önünde evde/işte veya seyahat ederken nasıl oturmamız gerektiğini anlatan bir video hazırlamış.

Markaların kendi egolarından sıyrılıp, yaptıkları işin yan etkileriyle ilgili yardımcı olmaya çalışmalarına hep saygıyla yaklaşmışımdır. Bunun da bir çeşit pazarlama aktivitesi olduğunu bilsem de hiç yapmamaktan iyidir diye düşünüyorum. Zira ben Vodafone kullanıcısı değilim ama şimdi videoyu gönül rahatlığı ve koskoca bir aferinle paylaşıyorum. :)

Sonra da düşünüyorum. Bundan 3 sene önce İspanyollar böyle güzel bir harekette bulunmuşlar da, bizim Türk Vodafone’cuların aklı neredeymiş? Sonunda direkt karı etkileyen işler olmayınca ilerlemek hala bu kadar mı zor?

Vodafone sunar: Bilgisayar önünde nasıl otursak?

20130422-222300.jpg

Şiddete maruz kalıyorum! Yardım edin..

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de her 5 kadından 3’ü şiddete maruz kalıyor. 2012 yılındaki verilere bakarsak, Türkiye’de yaklaşık 150 kadın katledildi, 130’a yakın kadın tecavüze uğradı. Bunlar tabi ki bilinenlerin rakamları. Yine alınan verilere göre 2013 yılının ilk 2 ayında 18 kadın sığınma evlerine başvurmuş.

Bu vahim durum başka ülkelerde nasıl bilinmez ama bir Sırp kadın da bu konuya dem vurmaya karar vermiş ve bununla alakalı bir videoyu Youtube’a yüklemiş. Video sosyal medyada büyük ses getirmiş olacak ki Youtube’un popüler videoları arasına girmiş.

Aslında sosyal medyada alıştığımız bir yöntemi yapmış aslında. Her gün bir fotoğrafını çekip videoyu oluşturmuş.

Yardım edin!

Sosyal medya, hepimizin konuşması, tartışması hatta bilgi alması, örgütlenmesi için biçilmiş bir kaftan. Kadınlara uygulanan şiddete dikkat çekmek için de seçilen bu yol, bir kampanya dahi olsa çok doğru. Fakat videoyu izledikten sonra yapılan yorumlara dikkat etmenizi tavsiye ediyorum. Zira, sosyal medya dikkat çekmeye ne kadar çok yardım etse de bir yandan da ne tip insanlarla aynı havayı teneffüs ettiğimizi de bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

Bu da aslında firmaların işe alım sürecinde insanların sosyal medyadaki aktivitelerini kontrol etmelerinin ne kadar da doğru birşey olduğunu gösteriyor. İnsanlar sosyal medyada yaptıkları yorumların sanal olduğuna ve gerçeği yansıtmadığına kendilerini inandırsalar da dışarıda söyleyemedikleri birçok düşüncelerini kullanıcı adları adı altında yazıp çizebiliyorlar. Bir kadının şiddete maruz kalınışının gösterildiği bir videoya karşı yapılan alaycı yorumlar kişilik bozukluklarının habercisi olmanın yanında insanların ellerindeki sosyal medya gücünü ne kadar kötüye kullandıklarının da bir kanıtı.

Devletin sosyal medyada yapılanların takibi ve yasaların oluşturulması konusunda hızlıca önlem alması dileğiyle.

20130326-234149.jpg

Popçu ya da Topçu olun!

Keys

Will.i.am.

Lady Gaga.

Alicia Keys.

Hepsinin ortak özellklerini söyleyebilir misiniz?

Popüler kültürün temsilcileri? Doğru. Başka?

Grammy falan gibi birşeyler almışlardır mutlaka. Doğru. Başka?

Hepsi şarkıcı. Evet. Başka?

Siz düşünürken ben söyleyeyim. Hepsinin en büyük özelliği çalışmak için hayalleri kurulan büyük firmaların “üst pozisyonlarına” reklam amaçlı olsa bile getirilmiş olmaları.

Ne demek istiyorum?

Şöyle ki:

Director of Creative Innovation Will.i.am @Intel

Director for Specialty Line Lady Gaga @ Polaroid

Global Creative Director Alicia Keys @ Blackberry

“Celebrity endorsement” denilen hadiseyi gerçekleştirdiklerinin farkındayız. Fakat şahsi fikrim, bu tip “ünvanları” reklam amaçlı rahat bir şekilde harcıyor olmaları, tüketicinin aklında soru işareti oluşmasına sebep olur.

Bir “creative director” olabilmek için, insanlar kaç senelerini eğitim alarak geçiriyorlar ve üstüne kaç sene tecrübe adı altında işkence çekiyorlar, bir düşünmek gerekir.

Intel, Blackberry, Polaroid gibi köklü firmaların herşeyden önce, emeğe saygı duyması ve ürünlerini çocuk oyuncağı konumuna getirmemesi gerekirdi. Bu tip yaklaşımlar açıkçası ilgili markaya olan inancımı ve saygımı düşürüyor. Yanlış ve yanlış bir yaklaşım.

Markaların açısından da bakarsak hepsinin en büyük özelliği yeni geliştirilen teknolojilerin onlarda büyük yaralara sebep olması. Bu sebeple, ünlüleri markalarıyla “eşleştirerek” bir şekilde hayran kitlesini kendilerine yönlendirmeyi hedeflemişler. Fakat bu konudaki yepyeni bir skandal böyle bir adımı atarken daha samimi davranılması gerektiğini de hatırlattı.

Alicia Keys’in geçtiğimiz günlerde Twitter’a göndermiş olduğu bir postun iPhone üzerinden gönderdiği görüldü. Gönderdiği tweeti silip, hesabının “hacklendiğini” açıklasa da açıkçası kimse yemedi. Bu olay da yine iPhone’a yaradı. Artık zeki BlackBerry yetkililerine “Global Creative Director”ınız bile iPhone kullanıyor denilebilinir.

Markalara not: her Pazarlamacının dediğine kendinizi teslim etmeden önce bir tartın düşünün. Vereceğiniz paraya değecek mi? PR olarak kabul ediyorsanız riskleri nelerdir? İstediğiniz etkiyi başka türlü yaratabilir misiniz? Bir problem çıkarsa “worst-case scenario” nedir? vs. vs. vs. Kim bilir ne denli para harcamışsınızdır bu tip bir kampanyaya…