Lady Gaga – Alkış istiyor. Ya siz?

Video

Son yılların pazarlama başarısı Lady Gaga’dır.

Hayali bir insan ve anlaşılmaz uçluktaki bir tarzla belleklere girmiş ve kendisine özendirmiştir. Sadece hayranlarını değil meslektaşlarını da bu uçluğun içine almıştır. Şimdilerde gördüğümüz birçok klipte ve sahne şovunda kendisinden izler görüyoruz. Abartı, şehvet ve korkunçluk karışımı bir imaj.

Kendisinin en son single’ını popüler kültüre yakın olan insanlar olarak dinlemişsiniz hatta videosunu da izlemişsinizdir diye düşünüyorum.

Applause. Yani “alkış”.

Şarkının “konusu” Lady Gaga’nın hayranları için ve onların beğenisiyle yaşadığını anlatıyor. Bir şekilde, şarkıcının/ sanatçının üne/şöhrete/beğeniye bağımlılığı ön plana çıkartılmış.

Düşündüm.

Bu bağımlılık sadece şarkıcılar için mi var diye. Ya da oyuncular için? Birileri tarafından beğenilmek, takip edilmek, sözünün önem arz etmesi? Hayır.

Yaşadığımız dünyayı bir düşünün. (Düşünme sırası şimdi sizde.) Facebook’ta like edilmek, Twitter’da RT ve takip edilmek, Linkedin’de onaylanmak ve Instagram’da yine like edilmek için neler yapıyoruz? Fotoğraflar çekiyoruz, videolar kaydediyoruz, statüler yazıyor, beğendiğimiz başka bir linki paylaşıyoruz. Hep bir tepki görmek istiyoruz, özellikle de olumlusundan.

Çağımızın alkışı “like” edilmektir. Ve biz artık bunun için yaşıyoruz. Sadece sosyal medyada da değil, normal yaşantımıza da bu sıçramış durumda. Bulunduğumuz ortamlar ve yaşam tarzı mutluluğun popülerlikten geçtiğine inandırıyor. Doğru ya da yanlış, yaptığımız herşeyin başka bir kimseye etkisinin peşinden koşuyoruz.

Yani, Gaga yalnız değilsin. We live for the applause, too!

Sosyal medya bize neyi öğretti?

Dünya üzerinde hayatımızda büyük değişiklik yaratan belirli buluşlar var. Örnek vermek gerekirse; elektrik, telefon, cep telefonu, televizyon, bilgisayar vb. Hepsinin ortak özelliği bir çeşit “hardware” ürün olmaları ve yaşamlarımızın vazgeçilmez öğeleri haline gelmeleri. Aldığımız nefes kadar bizle beraberler ve onlarsız bir dünya bizleri korkuya sürüklüyor. Yokluklarından doğan fobilerimiz bile var.

Diğer bir özellikleri ise, her biri hayatımıza girdiğinde bize yeni şeyleri öğrettiler.

İnsanoğlu, hayatına elektriği kabul ettiğinde evinde mum olmadan da yaşayabileceğini öğrendi; herhangi bir aksiyon almadan yaşam standardının stabil kalması. Telefon geldiğinde uzakta olmanın ne demek olduğunu unuttu; dünyayı küçültebilmesi. Televizyon evlere girdiğinde, evde diğer bulunanlarla iletişim kurmadan da oyalanabileceğini öğrendi; kendi kendine yetebilmesi.

21. Yüzyılın en önemli buluşlarından birisi de sosyal medya. Diğer buluşlardan en büyük farkı artık buluşların “soft” olabileceğini anlamamızla başlıyor. Hem offline hem de online hayatlarını kuran insanlar, offline’da yapamadıklarını online’da yaparak kendilerini tatmin etmeye de başladılar. Fakat bana göre sosyal medyanın bizlere öğrettiği en büyük şey “önemli olduğumuzu” öğretmesiydi. Artık sadece televizyonlarda gördüğümüz, radyolarda dinlediğimiz kişiler önemli olmaktan çıktı. Biz, salt vatandaş, önemliydik ve yapabileceklerimiz sınırsızdı. Bunu öğrenerek neler yaptık?

Eşitlendik. Güç dengeleri değişti. Monologlar diyaloglara, diyaloglar ise grup konuşmalarına dönüştü. Önce nickname’lerle oluşturduğumuz sanal hayatımız, gerçek isimlerimizi kullanmaya teşvik etti çünkü gerçek hayatımızda bulamadığımız adaletli ortamı gerçek kendimize yaşatmaya karar verdik.

Böylece egomuzu büyüttük. Aldığımız like’lar, gördüğümüz favoritelemeler kadar egomuzu büyüttük.

Sonra bu eşitlemenin de dengesini bozmaya başladık ve sanal dünyadan yarattığımız ünlüleri gerçek dünyaya yönlendirmeye başladık. Bu hoşumuza gitti çünkü hala “birşeyler ifade edebilme” ihtimalimiz vardı.

Kısacası, sosyal medya ile birlikte, yapımcılara, editörlere, yayınevlerine, televizyon kanallarına ihtiyacımız kalmadı. İşlevine inanmadığımız sektörleri yok ettik ve yenilerini oluşturduk.

Kontrolü elimize aldık. En başta bahsettiğim buluşlar önemini yitirdi ve artık sadece araç konumuna geçti. Zaten hiçbir zaman birşey vaad edememişlerdi -en azından sosyal medya kadar.

Şimdi, bunları okurken bize çok enteresan gelmese de kaçımız oturduğumuz kanepelerde ünlenebileceğini, sesini duyurabileceğini düşünebilirdi ki?

#ForgiveMeFatherForIHaveSinned

Twitter’ın gücünü halk yardımlaşmasında, birlik oluşmasında gördük diye düşünürken yepyeni bir gücünü de Papa sayesinde keşfediyoruz.

22-28 Temmuz 2013 tarihlerinde gerçekleşecek olan Dünya Gençlik Günü (World Youth Date) Brezilya, Rio’da gerçekleşecek. Mart 2013’te seçilmiş olan yeni Papa’nın ilk deniz aşırı ziyareti olacak etkinliğin Katolik dünyası için büyük bir önemi var. Papa, etkinlik süresince günahlarını itiraf edenleri en üst şekilde affedecekmiş.

Buraya kadar Katolik inancına göre herşey normal görünüyor. Eğer inançlı bir Katolikseniz ve belirtilen tarihlerde Rio’ya giderseniz, Papa’nın günahlarınızı affetmesinden yararlanabilirsiniz.

20130718-121836.jpg

Fakat Vatikan, bu sene, bu önemli olayı Rio ile kısıtlamak istememiş. Hem Katolikleri seyahat masraflarından kurtarmak hem de daha çok kişinin yararlanmasını sağlamak adına Papa, Twitter üzerinden günahları affedeceğini açıklamış. Evet, yanlış okumuyorsunuz. Twitter üzerinden Papa tarafından günahlarınız affedilebilir!

Bu şekilde söyleyince kulağa çok kolay geldiğinin farkına varmış olacak ki Vatikan, bununla alakalı olarak affedilmenin bir click uzağında olmadığı, bunun için etkinliğin YouTube’dan, Papa’nın sosyal medyadan takip edilmesi gerektiği, günahın itiraf edilmesi, Pazar ayinlerine katılınması gerektiği ve doğru bir ruh halinde olunması gerektiğini eklemiş.

Dini açıdan hassas ve önemli olan günah çıkartma ve affedilme konularının YouTube, Twitter yani online dünyaya bağlanması ne kadar doğru tartışmak gerekir.

Gelin beyin jimnastiği yapalım.

OneSlim diye bir marka düşünelim. Marka, global bir içki markası olsun. Her sene Avustralya’da yılın gençlik festivalini yapıyor olsun. Avustralya’ya gelen her gence de kendi ülkelerindeki içki satış mağazalarında 1 senelik bedava içki satın alma hakkı veriyor olsun. Sonra marka açıklama yapsın ve Twitter’da kendilerini ve etkinliği takip edip aynı zamanda içkilerinden son 1 senedir satın almış olanlardan tweet atanlara da bu hakkı tanıyacağını duyursun. Sonuç ne olur?

– Sosyal medya takipçilerinde büyük bir artış.
– Etkinliğin ve markanın etki alanınında artış.
– Avustralya’ya gelenler kadar ve hatta daha da fazlasının sosyal medyada konuyu yaymasındaki artış.

Biz buna ne deriz?
Pazarlama kampanyası.

Bir içki markası için çok da garipsemeyeceğimiz bu kampanya manevi olayları kapsadığında kafa karışıklığı yaratabilir ve vicdanımızda “bu kadar maddeselleştirmek doğru mudur?” sorusunu gündeme getirebilir.

Diğer yandan da Brezilya’da oluşan halk tepkisinin Vatikan’ı da düşündürdüğü ve katılımın düşük olacağından korkulduğu için böyle bir yola başvurulduğu da düşünülebilir.

Bir önceki yazımda, Amerika’nın video oyuncularına atlet vizesi verdiğinden bahsetmiştim. Bugünkü yazımla beraber online dünyanın hegomonyasının ne kadar daha büyüdüğünü gözler önüne seriyoruz. Artık online ve offline diye bir ayrım yapamayacak duruma yaklaşmış bulunuyoruz.

Bu vesileyle, Şahsi olarak benim ilk aklıma gelen bizim Diyanet’ten de bir açıklamanın gelmesiydi
: Sosyal medyada yiyecek ve içecek fotoğrafı koymayanların oruç tuttuğunun sayılması. :)

Şükürler olsun sana Sosyal Medya! Online ruhum sana emanet!

Tatilde sosyal medya

Şu an karşımda Ege Denizi, yanımda Türk kahvesi ve önümde iPad bu yazıyı yazıyorum. Blog’umu güncellememde bir gecikme oluşunun sebebi de bu, yani tatil. Açıkçası blog’tan uzakta kalmış gibi görünsem de sosyal medyadan o kadar da uzak değildim. Facebook arkadaşlarım veya Instagram takipçilerim bilir, Bodrum’da olduğum süre boyunca çekmiş olduğum fotoğrafları paylaşıyor ve “sosyal medya”dan o kadar da uzakta kalmıyordum -tabii eskisi kadar değil. Ama sonra kendi kendime merak ettim, tatildeyken bile birşeyleri paylaşma ihtiyacını neden hissediyoruz?

Mashable’da yakın zamanda okuduğum bir yazıda, Amerikalıların %50’sinin sosyal medyadan uzakta bir tatil yaptığı veya tatil yapmayı planladığından bahsediliyordu. Özellikle birçok insanın takip etmekle yükümlü olduğu ve kontrol ettiği birçok network ve eposta hesapları bulunuyor. Bu da insanların online hayatlarını -yer ve zaman belirtmeksizin- yaşamak zorunda olduklarını gösteriyor -dayatılıyor da diyebiliriz. Aslında, işin ilginç tarafı, makaleye göre çoğu kişinin online dünyada kaçırabilecekleri bir etkinlik veya bir olay olmasından korktuğu ve strese girdiği belirtiliyor.

Soruma geri dönersek, niye bu paylaşma heyecanı ve isteği?

Birçok kişiye göre değişebilir ama belli başlı sebeplerin şöyle olduğunu da düşünüyorum.

1) Sosyal medya ünlü olma hissini aşılıyor. Nasıl ki ünlüler magazin olmadan sönük oldukları düşüncesine kapılıyor ve gündemden düşüyorlarsa, bizler de sosyal medyada birşeyler yazmayarak veya post etmeyerek, gündemden düştüğümüzü beğenilmediğimizi hissediyor ve korkuyoruz. Bir şekilde bizi online dünyada yaratan hayranlarımızı kendi magazinimizle doyurmak istiyoruz.

2) Sosyal medya ile birlikte kitlelerle paylaşmak zorunda hissediyoruz. Tek başına yaşadıklarınız anlamını tamamen yitiriyor. Birilerinin “like”ı yaşadıklarınızı onaylıyor hissini uyandırıyor.

3) Elimizdeki cihazlar bu dünya için yaratıldı. Tüm smartphone’lar ve tabletler birşeyleri kontrol etmemizi ve paylaşmamızı o kadar kolay hale getirdi ki, yapmamız gereken sadece ilgili aplikasyona basmak. Tek bir hareketle tüm dünyaya ulaşıyoruz!

Tüm bunların sağlıklı psikolojiler olup olmadığını düşünmek için biraz geç kaldık. Zira tatilde olsak ya da olmasak da bulunduğumuz restoranlardaki yemeklerin fotoğraflarını paylaşmamız veya hastanelere check-in yapmamız bir şekilde hayatımızın paylaşmak üzerine kurulduğunu gösteriyor.

Sosyal medyaya 1 hafta boyunca birşey yazmazsak ne olur? Hayranlarınız sizi unutur. Kendi kendinize şöyle bir deney de yapıp bunu görebilirsiniz. Hesaplarınızdaki doğum tarihinizi silin ve kaç kişinin bu tarihi hatırlayıp sizi kutladığına bir bakın. İşte onlar sizin gerçek, offline dostlarınız. :)

20130713-213201.jpg

Rakamlarla direniş

Sosyal medyanın gücünü anladığımız ve gerçeği yansıttığını da kabul ettiğimiz bugünlerde, biraz rakamlardan konuşmak istiyorum.

Socialbakers’ın verdiği raporlara göre öncelikle Facebook ve Twitter’daki takipçi adedine göre sıralamalara bakalım.

20130620-220704.jpg

Gördüğünüz üzere, Facebook Politika filtrelemesine baktığımızda, Başbakan açık ara önde.

Gelelim Twitter’a, yine Politika sekmesine bakalım.

20130620-220958.jpg

Burada ilk sırada Cumhurbaşkanı olmasının yanında, sadece Top10’un yarısının AKP milletvekillerinden oluştuğunu görüyoruz.

Bir de son 1 ayda Twitter’da follower adedi artışına hesaplar bazında bakalım.

20130620-221243.jpg

Top5’te 4 AKP, 1 tane de Cumhurbaşkanı görüyoruz.

Bunlar bize ne anlatıyor?

Öncelikle olayların doğuşuna sebep olarak görülen sosyal medyada direnişçilerin çok da güçlü olduğunu söyleyemeyiz. Zira, bu birkaç sebepten kaynaklanıyor olabilir.

1- Direnişçilerin akıllarında bir lider olsa dahi, o lider hayatta olmadığı için “takip etmenin” anlamlı olmadığını düşünebiliriz.
2- Direnişçiler sanılanın aksine bir kişinin görüşünün peşinden gitmektense gerçekten hak arayışı peşinde.
3- Hükümet yanlısı olanlar bir ideoloji yerine bir kişiyi benimsemişler ve onu takip etmek büyük önem arz ediyor. Fikir değil kişi ön planda?
4- Eylemlerle alakalı alınacak aksiyonlarda açıklama yapanlar bu kişiler olduğu için seven de sevmeyen de takip etmeye başlamış olabilir.
5- Direnenler çok farklı görüşlerden geliyor ve tek bir yerde kümelenemiyor.

Ben hepsinden biraz olduğu kanaatindeyim.

Eylemlere destek veren hesaplarda neden artış yok?

İnsan düşünüyor. Tüm haberleşmenin gerçekleştiği sosyal medyada, destekleyen grupların takipleri neden bu kadar önemsizleşmiş? Listelere girememiş?

1- Sanıldığının aksine direnenler adetsel o kadar da fazla değil, galiba.
2- Fişlenme korkusuyla birçok kişi takip etmek istediklerini takip edemediler.

Bu rakamlar önemli mi?

Bence, evet.

Kamuoyu yoklaması yapıldığında küçük bir segmentin sorgulandığı ve buna göre projeksiyon yapıldığını düşündüğümüzde, bu rakamlar hala ve hatta daha da güçlü olarak hükümetin taraftarı olduğunu ortaya koyar. Bazıları diyebilir ki, sosyal medya mıdır kıstas? Evet öyledir. Zira, haberleşme, bilgilendirme hep buradan olmuştur. Buradaki “cephenin de” kazanılabilmesi gerekirdi. (Fişlenme korkusunu dışarıda bırakıyorum.)

Sayıca az olanların sesi de yok mu?

Katiyen, hayır. Tabii ki var. Fakat, şayet siyasi anlamda bir yapılanmaya girilecekse, hem offline hem de online olarak hareket edilmelidir.

Diğer parti üyelerinin artış sağlamaması çok şaşırtıcı değil mi?

Değil. Bu soruyu soranın da iyi niyetli olduğunu düşünmüyorum. Zira bu hareket başka bir siyasi güce destek için değil, sesi duyurmak için yapıldı. Rakamlar da size kanıtı.

Bu rakamlara göre AKP, CHP’nin oylarının yaklaşık olarak 2 katına sahiptir. MHP’yi göremiyoruz bile. Ve yeni gelen takipçi adetlerine bakılırsa aradaki fark hızla büyümektedir.