Ateş, su ve ahlak

Sevgili okuyucularım, önce kısa bir hikayeyi sizlerle paylaşmak istiyorum:

photo-1423592707957-3b212afa6733Ateş,su, ve ahlak yeni tanışmışlar ve bir muhabbete tutuşmuşlar. Başlamışlar kendilerini tanıtmaya.  Ateş başlamış söze:  “Bendeniz ateş! Ben aşığımdır kimi zaman karanlıklarda, kimi zaman soğuklarda ısınmaya sebebim. Kimi zaman güneşim, kimi zaman bir kor parçasıyım yakarım hoşuma gitmediğinde önüme ne gelirse. Çok iyiyimdir. Benden çok kere istifade edilebilir der ve ekler ateş;fakat bir sinirlenirsem yakarım etrafımda ne varsa kimi zaman yangın olurum ansızın yakalarım en boş anlarda der. Onun için benimle aranızı iyi tutun der.”  Su başlar söze: “Bendeniz su! Hayat kaynağıyımdır. Yokluğum çok kötüdür. Ben olmazsam yaşayamaz mahlukat. Her hayatta ben varım der. Benim olduğum yerde hayat.”

Okumaya devam et

Slaven Bilic’ten Ders

Beni yakından tanıyanlar bilirler; bir bayana göre oldukça koyu bir Beşiktaşlıyım. İnsan her seçiminden gurur duymaz fakat çocukken babamın etkisiyle etkisi altına alan Beşiktaşlılık, şimdilerde gurur dolu bir seçim benim için.

Amma velakin… Buraya şimdi yazacaklarımın bu hislerimle bir alakası yok. Gayet objektif bir İpek’ten çıkıyor, bu yazdıklarım.

Malumunuz Beşiktaş’ın Hırvat Teknik Direktörü Slaven Bilic, bu ay GQ dergisine röportaj verdi. Üstüne üstlük kapağı da süsledi. Kendisi birçok konuda içini dışını anlatmış. Takım olmaya ve takım yönetmeye değinildiğinde okuduğumdan beri aklımdan çıkmayan o cümleleri sarfetmiş:

Rakibe saldırmak için değil, gol atıp takım arkadaşlarına sarılmak için sahaya çıkıyorlar. Onlara mutlu olacakları anları artırmak için neler yapmaları gerektiği konusunda yardımcı olmak için orada olduğunuzu hissettirmelisiniz.

Bir lider olmak için illa ki bir takımın teknik direktörü olmanız gerekmez. Bu cümleden herkesin kendisine bir anlam çıkartması gerekir. Zira, şu an özellikle kapitalist dünyanın bizi yönlendirmeye çalıştığı, “kır, dök, parçala” akımı yaptıklarımızdan zevk almamızı unutturuyor. Takım olmayı ve takımla başarıyı göğüslemeyi sabırsızlıkla beklemek yerine, hep bir çelme atma derdindeyiz. Nitekim, bu hatalar sonrasında başarısız takımlar, mutsuz bireyler yaratıyor. Bunun içindir ki her birimiz ortalamayız. Ortalamanın üzerine de çıkamıyoruz. Çıktı sandıklarımız ise kötünün iyisi.

Gel gelelim tüm bu handikaplarda en çok da yöneticilere iş düşüyor. Bilic de bunu anlamış sayılı adamlardan birisi. Bir takım başarıya, ekipdaşlarına sarılmak için koşuyorsa, o ekibi kimse durduramaz, ey okuyucu.

Herkesin içine bir parça aydınlık düşmesi dileğiyle…

Müşteri odaklı mı yoksa Çalışan odaklı mısınız?

Bugün, Inc.’te Richard Branson’ın bir söyleşisini okudum.

Çılgın ve dahi işadamı, şirketlerindeki önem sıralamasını şöyle anlatmış:

1) Çalışan

2) Müşteri

3) Hissedar

Çok da mantıklı bir açıklama yapmış; çalışanınız mutluysa, müşterinizi memnun eder, memnun müşteri ise, hissedarı güldürür. Sonra da bu mantığı hala kavrayamamış olan şirketlere şaşırdığını da dile getirmiş.

Hani bir çok kez oluşturduğumuz kampanyalarda ve fikirlerde “müşteri odaklı” (customer-centric) bir yönetimi ve disiplini prensip olarak benimseriz. Branson, “çalışan odaklı” yani “employee-centric” yaklaşımda olduğundan bahsetmiş.

Ne yalan söyleyeyim, mantık çok basit ama okumak çok hoşuma gitti. Hatta bu kadar basit ama bir o kadar da pratikte göremediğimiz bu yaklaşım beni düşündürdü.

Türkiye’de, şirket çalışanlarının memnuniyeti ile ilgili yapılan herhangi bir araştırma var mı diye baktım. Şöyle birkaç örnek vermek istiyorum:

mobbing

Tüm bunlara bakınca, çalışanlarına eğitim veren, çalıştıran ve başarılı olmaya çalışan firmaların öncelikle bir eğitime ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Zira, bu sıralar, restoranlarda aldığım hizmetten tutun da bir kıyafet markasında bile aldığım hizmetten memnun değilim. Hep bir mutsuzluk ve umursamazlık var. Burada suçu çalışanda aramak yerine, Çalışan, Müşteri ve Hissedar üçgenini bilmeyen işverenler/yöneticilerde aramak ve bulmak gerek!

Siz de, Branson’ın söyleşisini okumak isterseniz, tıklayın.

Marmaray’a soru: 50 Milyon derken?

Bazılarınızın dikkatini çekmiştir, bugünlerde billboard’larda bolca Marmaray görüyoruz. Görselin sahibi de Ulaştırma Bakanlığı başta olmak üzere, birçok kuruluş. (görselde de göreceksiniz.)

Haklılar, bir başarıları var, kutluyorlar. Öncelikle, zaman nasıl geçti anlamadım amma velakin, Marmaray 1. yaşını doldurmuş pek güzel. 1 sene boyunca ancak bir kez binmişimdir, o sebeple hizmeti hakkında yorum yapamayacağım.

Fakat, bir duralım. Görselde koca koca 50.000.000 (50 milyon) yolcunuza teşekkür ediyorsunuz.

İstanbul’da yaşasın yaşasın 15 Milyon kişi, herkes 1 kere binse, 15 Milyon eder. Haydi diyelim çevre illerden de geldiler, bindiler, olsun sana 25 Milyon. 50 Milyon nereden çıktı, canım kardeşim?

Sonra düşündüm, bu adedi nereden sayıyorlar? Turnikelerden. Her turnike geçişinde 1 yolculuk daha olmuş oluyor. Ama birisinin gözünden kaçmış sanıyorum, turnikelerden geçişler, 50.000.000 yolcu etmez, 50.000.000 yolculuk eder. Bu yolculuklar, 15 Milyon yolcu tarafından da yapılmış olabilir. Bilemeyiz.

Yolcu derseniz, tekil bir sayıdan bahsediyor gibi olursunuz. Bizlerin de aklını bulandırırsınız. Mantığım yanlış ise açıklama isterim.

202638marmaray billboard

Türkiye’de e-ticaret = #isyan

Reklamcı değilim. Amma velakin bu aralar televizyonda gördüğüm iki reklam yüzümde gülümsemeye yol açıyor. Öyle ki, reklam izlemekten nefret eden ve bir nevi iş sebebiyle izleyen ben, bu iki reklamı bayıla bayıla, yüzümde tebessümle izliyorum.

Hangi reklamlar?

n11.com’dan #isyan

Bir diğeri ise; sahibinden.com’dan #muhtemelenyoktur

Sonra fark ettim ki bu iki başarılı reklamda çok fazla ortak nokta bulunuyor.

Öncelikle, her ikisi de bir e-commerce sitesine ait. Gün geçtikçe e-commerce sitelerine ait reklamları televizyonlarda pek görür olduk. Birkaç yıl öncesine kadar hepsi sadece online mecralarda kendilerini duyurmaya çalışıyorken şimdi her alanı kullanıyorlar. Neden? Şöyle bir akıl yürütelim, beraberce! Sina Afra tarafından hazırlanan TÜSİAD’ın E-ticaret Raporu’nda belirtilene göre bir ülke eticarette 4 fazdan geçiyor. (Raporun yayımlanma tarihi Haziran 2014, bu sebeple yakın zamanda bahsettiğimizi söyleyebiliriz.)

IMG_0344.PNG

Görüldüğü üzere, Türkiye şu an 4. faza geçme evresinde. Bu geçişte, ülkemizde eksikliği bulunan 2 önemli konudan bahsediliyor; “algı sorunu” ve “altyapı eksikliği”. Altyapı eksikliği, yeni gelen nesil, ülkeye ve projelere olan yatırımlar ve Telco firmalarının itiş gücüyle yavaş yavaş toparlanıyor.
Fakat algı yönetiminin daha gidecek çok yolu var. Zira, raporda da bahsedildiği gibi özellikle kredi kartı kullanımının çok yüksek olduğu ülkemizde, e-ticaret için gerekli “malzemeler” olmasına karşın algıda e-ticarete güven az.

Peki, bunu değiştirmek için neye saldırırsınız? Türkiye gibi televizyonun bu kadar çok izlendiği bir alanda ilk başvuracağınız mecra da tabii ki orası olacaktır! Hele ki genç kafasıyla yapılırsa, değmeyin keyfine.

Bahsettiğim iki reklamın diğer bir ortak özelliği ise; “online” alışkanlıkları “offline” ile bağdaştırmış olması. Ne demek istiyorum? Sahibinden.com’un reklamında birkaç saniye bir tablet görüyoruz, n11.com’da ise hiçbir cihazı görmüyoruz! Bir e-ticaret sitesi reklamında dijitalden neden bu kadar uzağız? Çünkü, dijital dünyaya alışkın olmayan kullanıcıya “tanıdık duygularla” ulaşmaktan daha akıllıcı ne olabilir?!

Üçüncü ve en güzel özellik ise, gülümsetmesi! Oh be arkadaş! Çoğu reklam, vicdanımıza, kalbimizin cız etmesine o kadar çok oynamış ki, hem dizilerde hem reklamlarda gözlerin dolmasından fenalıklar geçiriyordum. Sütaş reklamında bile yavru ineğin hikayesine içimiz gidiyordu! Bir markanın verebileceği en güzel mesaj mutlu ka-fa-dır!

İyi iş. :)