Gelecek ne getirecek?

Geçen gün televizyonda Jimmy Fallon’ın şovunu izliyordum. Konuklardan birisi de Bill Gates idi. Gates’in eğlence odaklı bir programa konuk olması hem hoşuma gitti hem de şaşırdım. Zira, Türkiye’de böyle bir sahneyle pek karşılaşamayız. Neyse, asıl konu gatesletter.com idi. Hatta bunun tanıtımı için viral bir video hazırlamışlar.

Neyse, konumuz bu değil. Fallon, Gates’e gelecek için ne düşündüğünü sordu. Yani, geliştirilmemiş ne var, sırada ne olabilir? dedi.

Gates, iki konudan bahsetti:

Birincisi, birçok ekranı ve aplikasyonu aynı anda kullanabileceğimi bir ortam ve mekanizma.
İkincisi, kağıt tabletler! İnsanların hala yazı yazmak için kağıt kullandığını çünkü teknolojinin iyi bir şekilde yazıyı anlamadığını anlatan Bill Gates, “kağıt” gibi davranan tabletlerin olması gerektiğini ve bunlardan çokça göreceğimizi söyledi.

Aklıma gelmemişti.

Hatta düşündüm. Kağıdı neden terk etmek isteyelim ki? Bizi insan yapan en önemli duyumuz, “dokunmak”tan neden vazgeçiyoruz?

Fakat sonra şunu farkettim. Teknolojinin bize getirdiği en büyük olumsuzluk, beynimizi az kullanmamıza yol açmış olmasıydı. Hafızamız çok zayıf ve hatta kafamızla çarpıp bölmeyi bile beceremez duruma geldik. Bizler için kelimeleri düzelten, her yazdığımızı kaydeden ve sildiklerimizi bile bir yerlerde saklayan mekanizma insanların ilgisini çekecektir.

Ne var ki, yine de bu fikir hoşuma gitmedi. Teknoloji bizi tamamen ele geçiriyor.

20140202-204657.jpg

Yurdum insanı internette

Bugün arabayla yolda giderken şaşırtıcı bir manzarayla karşılaştım.

Araçların arkasında “Hatalıysam 0212 xxx yy yy numarasını ara” cümlesini görmeye çok alışkınız da, minibüsün arkasındaki şikayet bildirim yönlendirmesi “vay anasını” dedirtti.

Çok fazla lafa gerek yok! 7’den 70’e, A grubundan C’sine hepimiz internetteyiz. Markalara eski kanallarında uyanmaları dileğiyle!

20140105-190943.jpg

Bana bir masal anlat baba

Düşünüp duruyorum bazı bazı, bazı projeler tutuyor da bazıları neden tutmuyor. Sonra kendi kendime cevabı buldum. Fakat, cevabı sizlerin de benim gibi bulmasını istiyorum.

Vizyonda onca film var. Hangi filme gideceğinize nasıl karar veriyorsunuz?

Başrol oyuncuları, yönetmeni, yapımcısı? Tüm bunlar ne kadar önemli olsa da, en önemli konu hikayesi! Filme gittikten sonra da o filmi beğenip beğenmediğinize kurgusunun ne kadar iyi olduğuna bağlı olarak karar veriyorsunuz. Burada, markayı başrol oyuncusu, yönetmeni markada çalışanlar ve yapımcısı ajans olarak düşünelim. Hikayesi ise marka olarak projesinde anlattığı hikaye, kurgusunu da kullanıcının anlamlandırmasındaki kolaylık olarak kabul edin. Yani, bir projeyi bu açıdan incelediğimizde mekanikten daha çok arka plandaki hissettirdiği, anlattığının önemini anlayabiliyoruz.

Hikayesiz bir marka, hiçbir şeydir!

Coca-Cola’nın hikayesi “mutluluktur!”
Apple’ın hikayesi “farklılıktır!”

Ünlenen şarkıları düşünelim. Her birisinin şarkı sözlerinin yanında, kime ve ne zaman yazıldığının hikayesi konuşulur durulur. Neden? Dinleyenler, şarkıyı o hikayeyle hayal etmek isterler.

Bu yüzdendir ki hikayesiz olan her iş başarısızlığa mahkumdur. Kurgusuz projeye saygı duyulur ama sevilmez.

Çağımızın pazarlama mucizesi Lady Gaga’nın da “çılgın bir kurgusu” vardır ve bu yüzdendir ki başarıya ulaşmıştır.

Bazen, markalar ve ajansları müşterileriyle irtibata geçerken o kadar çok mekaniğe ve sonuca odaklanır ki, oraya giderkenki yolculuğu unutur. Halbuki, kullanıcı için önemli olan o yolculuktur. Parçası olacağı hikayedir.

Hikayeye odaklanın ey dostlar. Bir hikaye anlatın!

20131212-222917.jpg

Rahatsanız, yanlış yoldasınız

Çokça sevdiğim laflardan birisi de “Her erkeğin sabah kalktığında pantolonunu giyecek bir sebebi olması gerek”tir. Bu deyiş, erkeğin veya adam olanın aksiyon içinde, hayatın içinde olması, yaşama nedeninin bulunması gerekliliğini anlatıyor.

Doğru. Bence de olmalı. Adam olan evde üretken olmayan, sadece tüketmeye ve yok etmeye meyilli bir şekilde olmamalı, olamaz. Ben inanıyorum ki, herkesin önce kendine sonra da dünyaya katmakla yükümlü olduğu amaçlar var. Bunları saklamak, zamandan çalmak hem kendisine hem de bizlere günah!

Biz, çalışan insanların durumunda evden çıkma sebebini bulmak pek sorun da değil gibi duruyor. Hepimiz sabah 06-07 arasında uyanıp evden çıkma sebebimiz olan işlerimize gidiyoruz.

Peki, gerçekten aksiyon içinde bulunmaya mı gidiyoruz? Bu sebep ne kadar da doğru?

Bir araştırma okumuştum. Beyninizin farklı çalışmasını istiyorsanız, monotonluktan çıkması gerektiğini anlatıyordu. Bunu da başarmak aslında o kadar da zor değil. Araştırma, akşam yemeğinizi yerken hep aynı yerde oturmamayı, işinize giderken farklı bir yolu tercih etmeniz gerektiğinden bahsediyordu. Beyninizin dünyayı farklı bir açıdan görmesine yardımcı olmanız, asıl konuydu.

İnsan, kendisini zorladıkça, rahatlık alanından (comfort zone) çıktıkça yeni şeyleri öğrenir, görür.

Ofislerinize gidiyor ve her sabah aynı şeyi, her öğlen tıpkısını ve akşam üstü de benzerini yapıyorsanız, tamamen “comfort zone”da bulunuyor ve kendinize kötülük ediyorsunuzdur. Rahat rahat hep güvenli yolda ilerleyerek ne birşey öğrenebilirsiniz ne de ilerleyebilirsiniz.

Amerika’da çalışırken şirketim, Huron Consulting Group’un İnsan Kaynakları Müdürü “bir şirkette 2 yıldan fazla çalışmanın kariyer için zararlı olduğunu” söylemişti. Bu tabii uç bir söylem. Hemen gidin istifa edin demiyorum. Ama küçük şeylerle başlayın.

Hiç yapmadığınız bir projede görev alın.
İnsiyatif alın, sonucuna katlanın.
Adım atın.
Strateji kurun.
Geleceğe dair öngörü yapın ve bunun izinden ilerleyin.
Yöneticiniz olmadan da risk alın.
Sunum yapın.
Büyük bir grup önünde Konuşma yapın.

Yapın. Yaptırın. Edilgen olmayın.

Yıllarca okullarda dirsek çürütme ve statünüzü koruma savaşında verdiğiniz bu çaba, bahsettiğim fırsatları hak etmiyor mu sizce?

20131118-230022.jpg

Bana bu işkenceyi neden yapıyorsunuz?!

Mobilleşen dünyamızda tüm websitelerinin mobi siteleri, tüm aplikasyonların mobil versiyonları var. Ve her geçen gün hem cihazların güncellemelerine hem de kullanıcının alışkanlıklarına göre değişim yaşıyorlar.

Peki gerçekten kullanıcının alışkanlıklarına göre mi değişim yaşıyorlar?

Allah aşkına, kim bu tasarımcılar? Kim bu kullanıcı deneyimine göre uygulamaları şekillendiren insanlar? Neredeler?

Öncelikle UX nedir bir onu hatırlayalım. UX yani “user experience” tasarımı kullanıcının alışkanlıkları/istekleri/öğrendiklerine göre bir cihazı veya uygulamayı kullanmasını kolaylaştırıcı en önemli haritadır. Bunu yapabilmek zordur fakat doğru yapılırsa hem mutlu bir kullanıcınız hem de başarılı bir ürününüz var demektir.

Kullanıcının alışkanlıkları? İstekleri? Öğrendikleri? Ne demek?

Çağın cebimize veya gözümüzün önüne koyduğu cihazların bizlere kazandırdığı belirli hareketler bulunuyor. Bunlara “sliding yapmak” veya “orta tuşa basmak” veya “büyütme/küçültme hareketi yapmak” gibi örnekler verebiliriz. Hareketler artık günlük yaşantımızın parçası olduğunda, artık bu aksiyonlarımıza cihazlardan cevap beklemeye başlıyoruz.

Düşünün. Yeni bir aplikasyon yüklediğinizde, “slide”, “çift tıklama” gibi hareketleri hemen yapmadınız mı? Cihazın ve uygulamanın reaksiyonuna bakmadınız mı?

Tüm bu yazdıklarıma bakınca aslında UX’in “universal hareket dili” olduğunu da düşünebiliriz.

Ne yazık ki, Facebook ile Twitter bu şekilde düşünmüyor sanırım.

Günlerdir, haftalardır beni delirten bir detay var. Facebook’ta mobil aplikasyonunda görselleri yukarı iterek kapatabiliyorken, Twitter’da görselin üzerine bir kere basmanız gerekiyor. Niye? Hele ki bu kadar büyük iki platform, kullanıcının alışacağı tek bir yöntem olmalıyken neden zorlaştırıyor?

Yeni güncellemede birisinin doğru yolu bulacağını umut ediyor. Kullanıcılara kolaylık diliyorum!

20131021-231612.jpg