Facebook tırnaklarımızda!

Facebook hayatımızın her anını sardı derken yanıldığımızı hiç düşünmemiştim, ta ki bugüne kadar! Sosyal medya devi iletişimde parmaklarımızı kullanırken onu unutmamamız için rengini tırnaklarımıza taşımaya karar vermiş. Facebook mavisi ile ojeyi satışa sunmuş! Sadece California merkezindeki markette satışa sunulan ojelerin ambalajlaması pek de başarılı bulunmasa da rakiplerinin aklına yeni fikirler getirmekte ilham verdiği kesin! Bakalım siz ne düşüneceksiniz?

Design taxi

20130831-204650.jpg

<a

Bianca Bosker

20130831-204921.jpg

Sosyal medya bize neyi öğretti?

Dünya üzerinde hayatımızda büyük değişiklik yaratan belirli buluşlar var. Örnek vermek gerekirse; elektrik, telefon, cep telefonu, televizyon, bilgisayar vb. Hepsinin ortak özelliği bir çeşit “hardware” ürün olmaları ve yaşamlarımızın vazgeçilmez öğeleri haline gelmeleri. Aldığımız nefes kadar bizle beraberler ve onlarsız bir dünya bizleri korkuya sürüklüyor. Yokluklarından doğan fobilerimiz bile var.

Diğer bir özellikleri ise, her biri hayatımıza girdiğinde bize yeni şeyleri öğrettiler.

İnsanoğlu, hayatına elektriği kabul ettiğinde evinde mum olmadan da yaşayabileceğini öğrendi; herhangi bir aksiyon almadan yaşam standardının stabil kalması. Telefon geldiğinde uzakta olmanın ne demek olduğunu unuttu; dünyayı küçültebilmesi. Televizyon evlere girdiğinde, evde diğer bulunanlarla iletişim kurmadan da oyalanabileceğini öğrendi; kendi kendine yetebilmesi.

21. Yüzyılın en önemli buluşlarından birisi de sosyal medya. Diğer buluşlardan en büyük farkı artık buluşların “soft” olabileceğini anlamamızla başlıyor. Hem offline hem de online hayatlarını kuran insanlar, offline’da yapamadıklarını online’da yaparak kendilerini tatmin etmeye de başladılar. Fakat bana göre sosyal medyanın bizlere öğrettiği en büyük şey “önemli olduğumuzu” öğretmesiydi. Artık sadece televizyonlarda gördüğümüz, radyolarda dinlediğimiz kişiler önemli olmaktan çıktı. Biz, salt vatandaş, önemliydik ve yapabileceklerimiz sınırsızdı. Bunu öğrenerek neler yaptık?

Eşitlendik. Güç dengeleri değişti. Monologlar diyaloglara, diyaloglar ise grup konuşmalarına dönüştü. Önce nickname’lerle oluşturduğumuz sanal hayatımız, gerçek isimlerimizi kullanmaya teşvik etti çünkü gerçek hayatımızda bulamadığımız adaletli ortamı gerçek kendimize yaşatmaya karar verdik.

Böylece egomuzu büyüttük. Aldığımız like’lar, gördüğümüz favoritelemeler kadar egomuzu büyüttük.

Sonra bu eşitlemenin de dengesini bozmaya başladık ve sanal dünyadan yarattığımız ünlüleri gerçek dünyaya yönlendirmeye başladık. Bu hoşumuza gitti çünkü hala “birşeyler ifade edebilme” ihtimalimiz vardı.

Kısacası, sosyal medya ile birlikte, yapımcılara, editörlere, yayınevlerine, televizyon kanallarına ihtiyacımız kalmadı. İşlevine inanmadığımız sektörleri yok ettik ve yenilerini oluşturduk.

Kontrolü elimize aldık. En başta bahsettiğim buluşlar önemini yitirdi ve artık sadece araç konumuna geçti. Zaten hiçbir zaman birşey vaad edememişlerdi -en azından sosyal medya kadar.

Şimdi, bunları okurken bize çok enteresan gelmese de kaçımız oturduğumuz kanepelerde ünlenebileceğini, sesini duyurabileceğini düşünebilirdi ki?

Sosyal medyasız yapılacak 10 şey

Sosyal medyanın her boş anımızı ele geçirdiğini kabul ederek bu alışkanlığımızdan kurtulabilmek için yapabileceğimiz ilk 10 şeyi sıralıyorum.

1) Fotoğraf makinesi satın almak. Akıllı cihazların en belirgin özelliklerinden bir tanesi fotoğraf çekme kalitesi, bu sebeple profesyonel olarak geçinenler dışında hepimiz akıllı cihazlarımızla fotoğraflar çekip sosyal medyada paylaşıyoruz. Çektiğimiz fotoğrafların daha kalıcı ve değerli olması için güzel bir dijital fotoğraf makinesi alıp çektiğimiz fotoğrafları hafızada tutmak yerine tab ettirip duvarlarımızı süsleyelim.

2) Kitap okumak. İnternetten özetleri okumak veya kısa makalelere göz atmak yerine dünya klasiklerinden başlayarak kitap okuyalım.

3) Yemek yapmak. Hem kadın hem erkek çeşit çeşit pasta, börekleri yapıp arkadaşlarına bunlardan ikram edebilmenin hazzını yaşayabilir. Günün sonunda yemek yaparken çoğu şeyi unutma ve malzemeye odaklanma zorunluluğu bulunuyor. Yepyeni yiyecekler pişirelim.

4) Dini kitapları okumak. Herkesin din hakkında fikirleri var. Özellikle de bu fikirler, okumayanları rahatça yönetebiliyor. Hangi dinden olursak olalım, tüm dini kitapları okuyalım, öğrenelim.

5) Adrenalin yüklü hobiler edinmek. Denizin 30 metre altına dalmaktan tutalım da kite surfing’e kadar yapılabilecek çok şey var. Zevk alabileceğimiz ve dikkatimizi cihazlarımızdan uzak tutacak hobiler edinelim.

6) Sinemaya gitmek. Kabul ediyorum çoğu film artık çok başarısız ve hikaye çeşitliliği azaldı. Fakat, sinemada bulunduğunuz zamanda tamamiyle başka bir dünyada var oluyorsunuz. En azından iki haftada bir sinemaya gidelim.

7) Kursa katılmak. Yeni bir dil öğrenmek veya hep uzmanı olmak istediğimiz bir konu hakkında bilgi sahibi olmak beynimizin bilinmeyen yönlerini de açığa çıkartacaktır. Öğrenelim, öğretelim.

8) Konserlere gitmek. Türkiye hem dünya starlarının uğrak mekanı hem de yeni gözdelerinden birisi. Konser sitelerini takip ederek müzik zevkimize uygun olanları takip edelim, biletimizi alalım.

9) Derneklere üye olmak. Etrafınızda oluşan çevreyi sadece kişisel çıkarlarınız için değil, daha büyük bir sebep için de kullanmayı öğrenmelisiniz. Bizlerden daha önemli bir amaç için uğraşalım, didinelim.

10) Dinlenmek. En son ne zaman epostalarımıza, platformlara bakmadan durduk? Beynimizin sakinleşmeye ihtiyacı var. Kendimize yardım edelim.

20130811-223423.jpg

Mobilitenin nimetleri

20130805-234347.jpg

Yeni dijital dünyanın getirdiklerinden hep olumsuz olarak bahsediyoruz. Peki değişen dünyanın bizler üzerindeki etkisi gerçekten de hep negatif mi?

Geçtiğimiz günlerde iPhone’umu kullanırken birşeyi fark ettim. Dibine kadar sağ elini kullanan birisiyim. Fakat telefonu sol elime aldım ve sol elimle cihazı kullanırken sağ elimle de yemeğimi yiyordum. Sonra etrafıma baktım. Birçok insan aynı şeyi doğal bir şekilde yapıyordu. Bundan 10 sene önce hiç kullanmadığı kadar çok ve rahat bir şekilde sol elini kullanıyordu. Düşündüm. Hayatımızı esir altına alan yeni dünya bazı şeyleri alırken yeni özellikler mi veriyordu?

Tamamiyle sağ elini kullanan birisine rahatça sol elini kullanma yetisini mesela.
Ya da, birisiyle konuşurken bir yandan ekrandan birşeyler okumayı.
Veya, Facebook’tan birşeye bakarken Youtube’a geçip bir video bulup onun linkini kopyalayıp Twitter’a yapıştırmayı.

Dijitalleşen dünya kendisini büyütürken kullanıcılarını da mükemmel kılmaya yönelmiyor muydu ki? Kullanıcıları ne kadar becerikli olursa o da, o denli güçlenmiyor muydu?

Evet.

Üzerimizdeki ruhsal baskı ve etkisi aslında bir yandan da fiziksel kapasitemizi arttırmaya yönelik bir antreman halini aldı. Daha çok şeyi aynı anda yapabilme ve vücudumuzda yeterince kullanmadığımız uzuvlarımızı kullandırtma yetisi.

Sonra gene sorguluyorum acaba yeni neslin hepimizi şaşırtan zekası bizden başlayarak bir evrime geçiş midir?

Bu cevapları sorgulayan başkaları da var mı acaba diye Google’ı araştırdım. Bulamadım. Fakat şu an bile bu yazıyı yazarken sol elimi çok başarılı bir şekilde kullanıyor olmam ve yaşça bizden 2-3 kat büyük insanların hala sağ elleri ve tek parmaklarıyla klavyeyi kullanmaları tezimin doğruluğa yakın olduğuna inandırıyor.

Siz ne dersiniz?

Tatilde sosyal medya

Şu an karşımda Ege Denizi, yanımda Türk kahvesi ve önümde iPad bu yazıyı yazıyorum. Blog’umu güncellememde bir gecikme oluşunun sebebi de bu, yani tatil. Açıkçası blog’tan uzakta kalmış gibi görünsem de sosyal medyadan o kadar da uzak değildim. Facebook arkadaşlarım veya Instagram takipçilerim bilir, Bodrum’da olduğum süre boyunca çekmiş olduğum fotoğrafları paylaşıyor ve “sosyal medya”dan o kadar da uzakta kalmıyordum -tabii eskisi kadar değil. Ama sonra kendi kendime merak ettim, tatildeyken bile birşeyleri paylaşma ihtiyacını neden hissediyoruz?

Mashable’da yakın zamanda okuduğum bir yazıda, Amerikalıların %50’sinin sosyal medyadan uzakta bir tatil yaptığı veya tatil yapmayı planladığından bahsediliyordu. Özellikle birçok insanın takip etmekle yükümlü olduğu ve kontrol ettiği birçok network ve eposta hesapları bulunuyor. Bu da insanların online hayatlarını -yer ve zaman belirtmeksizin- yaşamak zorunda olduklarını gösteriyor -dayatılıyor da diyebiliriz. Aslında, işin ilginç tarafı, makaleye göre çoğu kişinin online dünyada kaçırabilecekleri bir etkinlik veya bir olay olmasından korktuğu ve strese girdiği belirtiliyor.

Soruma geri dönersek, niye bu paylaşma heyecanı ve isteği?

Birçok kişiye göre değişebilir ama belli başlı sebeplerin şöyle olduğunu da düşünüyorum.

1) Sosyal medya ünlü olma hissini aşılıyor. Nasıl ki ünlüler magazin olmadan sönük oldukları düşüncesine kapılıyor ve gündemden düşüyorlarsa, bizler de sosyal medyada birşeyler yazmayarak veya post etmeyerek, gündemden düştüğümüzü beğenilmediğimizi hissediyor ve korkuyoruz. Bir şekilde bizi online dünyada yaratan hayranlarımızı kendi magazinimizle doyurmak istiyoruz.

2) Sosyal medya ile birlikte kitlelerle paylaşmak zorunda hissediyoruz. Tek başına yaşadıklarınız anlamını tamamen yitiriyor. Birilerinin “like”ı yaşadıklarınızı onaylıyor hissini uyandırıyor.

3) Elimizdeki cihazlar bu dünya için yaratıldı. Tüm smartphone’lar ve tabletler birşeyleri kontrol etmemizi ve paylaşmamızı o kadar kolay hale getirdi ki, yapmamız gereken sadece ilgili aplikasyona basmak. Tek bir hareketle tüm dünyaya ulaşıyoruz!

Tüm bunların sağlıklı psikolojiler olup olmadığını düşünmek için biraz geç kaldık. Zira tatilde olsak ya da olmasak da bulunduğumuz restoranlardaki yemeklerin fotoğraflarını paylaşmamız veya hastanelere check-in yapmamız bir şekilde hayatımızın paylaşmak üzerine kurulduğunu gösteriyor.

Sosyal medyaya 1 hafta boyunca birşey yazmazsak ne olur? Hayranlarınız sizi unutur. Kendi kendinize şöyle bir deney de yapıp bunu görebilirsiniz. Hesaplarınızdaki doğum tarihinizi silin ve kaç kişinin bu tarihi hatırlayıp sizi kutladığına bir bakın. İşte onlar sizin gerçek, offline dostlarınız. :)

20130713-213201.jpg